Ankara metrosunun ilk durağı ile son durağı arasında bir gidiş yarım saati almıyor. Yani, Batıkent’te binildiğinde dakikalar otuza varmadan Kızılay’a iniliveriyor. Süre kısa gibi görünse de güzel kitap okunuyor. İnsanların mutsuzluğunu, uyuklamalarını izlemektense, cep telefonu ile oynaşmalarını görmektense kitaba dalıp gitmek yolu da, süresini de kısaltıyor bir anlamda. Kolay geçmesini sağlıyor.
Metro kullanımı kitap okumayı da yaygınlaştırdı sanki. Eskiden elinde kitap olan insanların sayısı daha bir çoktu. Ama telefon tutanlardan azdı yine de. Şimdilerde ise okuyanların sayısı daha bir azaldı gibi. Telefoncular arttı belki de. Çoğunluğun elinde bir telefon ve üzerinde kaydırılan değişik parmaklar. Bir oynaşma, bir oynaşma ki dayanılası değil. Onları öyle görünce beceriksiz, işşiz güçsüz, ezik geliyorum kendime. Herkes öylesine çalışkanken (!)… Benim böyle… Üzülüyorum, acıyorum. Kendime mi, onlara mı; onu da tam kestirmiş değilim ya!..  
Bir kitapsızlık anında bu görüntülerden kaçmak için trenin içindeki duyurulara verdim kendimi. Bunlardan biri ilgimi çekti. Osmanlı Türkçesi kursu duyurusuydu bu. Osmanlı Türkçesi!?…
Nasıl bir şeydi acaba? Saray dili miydi, eski yazı mıydı, neydi bu böyle!…Düşündüm durdum.   Bu hoyrat etkinliği Hayrat Vakfı ile birlikte düzenleyen  Milli Eğitim Bakanlığı Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü bu yaşımda böyle bir birimin olduğunu da öğretmiş oldu bana. Demek ki bayağı yararlı (!) bir birimdi de, bu Türkçe neyin nesiydi? Niçin böyle bir kursa gerek duyulduğu üzerinde hiç durmadım doğrusu. O belliydi de, belli olmayan Osmanlı’ nın  Türkçesiydi.
 ***
Yaşlı erkeklere, bu arada bana da dede dedikleri için torun olarak gördüğüm Tuğçe ile Tuba şirin, sevimli kardeş iki akdeniz kızı. Yerleşkenin bekçisinin kızları. Büyüğü 4+4+4’ün ikinci dördünün başında, küçüğü ise ilk dördün sonunda. Tuğçe okula, derse daha yakın; daha da yatkın aldığı ödüllere bakılırsa. Babasının sırtına yıkmaya çalıştığı bahçe işlerinden kaçışın bir yolu belki de bu.  Hiç sevmiyor o işleri. Tuba ise tam tersi, derslerden kaytarmak için bahçe suluyor, kesilmiş otları topluyor, taşıyor ve benzeri başka işleri yapıyor. Ya da oyun derdinde…
O oyun tasarlarken usunda, ablası balkon duvarına oturmuş ders çalışıyor büyük bir istekle ve coşkuyla. Spor yorumcularının söylemiyle arzu ve istekle, coşku ve heyecanla… Yardımım olur düşüncesiyle yanına gittiğimde Arap harfleriyle boğuşur buldum onu. Kur’an dersini seçmişti (!) zorunlu olarak. Çünkü, seçmeli ders Kur’anı seçmeyenler üç beş kişi olunca ileri demokrasinin gereği çoğunluğun arasına katılıvermişler onlar da. Ya sınıf yoktu (!) onlara ayıracak ya da öğretmen. Ya da bu gerekçelere bile gerek yoktu aslında. İleri demokraside yok yoktu da, var olan bir şey de yoktu.
Osmanlı Türkçesi dedikleri  böyle yaygınlaştırılıyordu işte. Kindarlık, dindarlık maskesi altında irili ufaklı yüreklere yerleştiriliyordu. Bakalım onun patlaması nasıl ve ne zaman olacaktı. Olacak mıydı ya da. Yurdumun spor yazanları bugünkü Türkçeyi doğru dürüst kullanamazken bir de Osmanlı Türkçesi ile mi uğraşacaklardı yoksa. Ama hiç sanmıyorum. Çünkü, onların Türkçeyle bir sorunları yok. Olsa beni böylesine yormazlar ve yalan yanlış tümceler kurmazlardı.
Geçmiş günlerin birinde büyük büyük takımlarımızdan birini bir zamanlar çalıştırmış birinin boy resmi vardı gazetenin spor sayfasında. Bacaklarının arasında da ”4 Eylül Kapalı”  başlıklı fotoğraf yazısı: “ Sivas’taki hava koşullarına alışmam için 2 gün önceden şehre giden Beşiktaş’ ın 4 Eylülde antrenman yapılmasına izin çıkmadı”.  Yazıyı yazanın da; okumadan oraya koyanın da eline, diline, beynine yazık  demekten bir şey gelmiyor elden. Tam bir bacak arası yazısı olmuş. Tümcenin nereden gelip nereye gittiğine ve de “alışmam”  ile “yapılmasına”  sözcüklerinin özneleri ile bağlantısına bakmak, aramak ve de bulmak gerekecek. Ama nasıl? Türkçe Osmanlı türünde olunca bunlar olmayacak mı dersiniz. Ya da ne dersiniz yahu? Bir şey deseniz keşke!…
Ülkenin gündemine iç savaş koşutunda ve dış savaş öncesinde Alex sorunu ve gösterisi oturtulunca kindarlık tohumlarının serpiştirilmesi görülmüyor ya da önemsenmiyor. Ses de çıkmıyor. Alex’e selam, savaşa devam. Ölen ölüyor, kalan sağlar da birer ikişer ölüme gönderiliyor. Bu arada sessizce gidenler de duyulmuyor. Örneğin, Petrol İş sendikasının duyurusu olmasa adını işinin önüne çıkarmayan Tevfik Çavdar’ın bu dünyadan göçtüğünü öğrenemeyecektim. Sana da güle güle. Işığın bol olsun!…

evrensel.net

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Sömürge madenciliği felaketinin yıl dönümünde İliç: Toprak zehirli, halk işsiz

Sömürge madenciliği felaketinin yıl dönümünde İliç: Toprak zehirli, halk işsiz

İliç siyanür faciasının üzerinden 1 yıl geçti. Hava, toprak ve su zehirlendi; 9 işçi can verdi. Daha fazla altın için kuralsız çalışmanın önünü açanlar aklandı. Halk zehirlenmiş doğa ve işsizlikle baş başa. Facianın ana sorumlularından uluslararası maden tekeli SSR, hisse senedi değerlerinin yükselmesiyle felaket öncesine geri döndü. İliç’teki altın için de “iş birliği içinde olduğu iktidarla” pazarlıkta.

Türkiye’de siyanür kullanılan 24 maden var. Bunların 10’u fay hattı üzerinde.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Grevdeki Çelikaslan Tekstil patronunun kardeşi: "Benim zenginliğimi Allah verdi."

Evrensel'i Takip Et