Barışa doğru giden yolda açlık grevleri

Açlık grevinin 58. günündeyiz. Artık ölüme biraz daha yakınız. Barış, adalet ve özgürlük için canlarını feda eden yurttaşlarımız artık yaşamla ölümü ayıran ince sınırdalar. “Ölüm hep bana/Bana mı düşer usta?​” (R. Durbaş) diye yazan şairimiz aranan çırak için yazmıştı bu şiiri. Oysa sadece çırakların değil ötekileştirilenlerin payına hep ölüm düştü bu ülkede. Onlar ki uzun zamandan beri ötekileştirilmeye şimdi de hiçleştirilmeye çalışılıyorlar. Bugün barışa doğru giden yolda açlık/ölüm grevlerine katılanların taleplerini ve bu taleplerin barışçı yaşamdaki karşılığını anlamaya çalışalım.
Savaşın önce gerçekleri sonra da kadın ve çocukları öldürdüğünü bilmeyen/görmeyen kalmadı sanırım. Bir avuç ölüm tacirinin hırsı uğruna çıkarılan savaşta talan edilen yaşamlar ve doğal alanlar bir tarafta, barış için en değerli varlıklarını adayanlar diğer tarafta duruyor. Kaybettiğimiz değerlerin yerine yenisini bırakma şansımız yok. Savaş için son altı ayda-gazete haberlerine göre- 1 milyar 800 milyon TL harcanmış durumda. Bu devasa miktara yitirilen canlar ve imha edilen doğal alanlar dahil değildir. Barışa giden yolda bedenini ölüme yatıran yurttaşlarımız ve onların haklı ve son derece meşru talepleri var. Şimdi soralım: Kim “şov” yapıyor, “şantajcı” kim?
1 milyar 800 milyon TL barış yolunda harcansaydı diye bir hesaba girmeyeceğim. Gerçekçi olmadığını biliyorum çünkü. Sınıf mücadelesi devam ettikçe savaşlar için milyarlar ödenmeye, barış için onlarca insan yaşamını ortaya sermeye devam edecek. Savaş, içinde insan hayatının değeri olmayan bir kaostur bence. Ötekidir deyip düşman saydıktan sonradır ki yaşamaları suç haline getirilen insanlarımızdır söz konusu olan. Ölümlerle ve kanla beslenen “güçlü ve büyük” ve de “kutsal” devlet ancak savaşlarla kendisini yeniden üretebiliyor artık.
 “Gelin barışalım dökülmesin kan/ Son bulsun savaşlar kesilsin figan/ Barış güvercini uçsun dünyada/ Dostluklar kurulsun insanlar gülsün/ Son bulsun savaşlar kimse ölmesin” diye çalıp söyleyen Aşık Nesimi Çimen’i diri diri yakan, “Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz” diye içtenlikle yazan Hrant Dink’i “Bir Ermeniyi öldürdüm” diye böbürlenerek katleden bir ülkede barışa doğru yürümek elbette kolay bir iş değildir. Hele barışa doğru yürümek müzakere denilen süreci çağrıştırıyor ve hatta gerektiriyorsa zorluğun derecesi artmaktadır. Çünkü barış için gereken müzakere süreci ancak eşitler arasında gerçekleşebilir. Ana dilde savunma ve ana dilde eğitim talebi sadece ve sadece eşit yurttaşlar olmanın zorunlu ilk adımıdır. Bu zorunlu adım için zorlu bir süreç dayatılıyor yine ve yeniden.
Yüzyılın Fizikçisi kabul edilen A. Einstein kendisini “barış savaşçısı” ilan etmişti, direnişçilere gezici sağlık hizmeti sunan Nobel Ödüllü bilim emekçisi Marie Curie’nin damadı Nobel Ödüllü F. Joliot Curie ömrünü bilimsel çalışmalara ve barışa adamıştı. Dün güzel ülkemizdeki üniversiteler bir zamanlar yukarıdan gelen emirlerle olur olmadık konularda Senato kararları alırken bugün onlarca yurttaşımızın ölümleri karşısında sessiz ve çaresizler. İyi ki “buradayım” diyen eğitim ve bilim emekçileri var, iyi ki “talepleriniz taleplerimizdir” diye haykıran öğrencilerimiz var, iyi ki “bir nesil yok ediliyor” diyen aydınlarımız ve sanatçılarımız var, iyi ki grevcilere destek sunan binler var. O halde başta Cumartesi Anneleri ve Barış Anneleri olmak üzere her şeye rağmen dik duranları örnek alarak umutlarımızı çoğaltmayı sürdürelim.   

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et