En büyük film yapım şirketlerinin avukatları işlerini büyütmelerini kutlamak için bir davet vermişler. Oraya girmenin yolunu bulan Adrien Brody, konuşma yapmak için izin koparınca, bütün o ünlü oyuncuların, kravatlı yöneticilerin, en zengin patronların façası birden bozuluyor. Çünkü o söylediği gibi bilmem kimin arkadaşı değil, sendikacı. Binada çalışan temizlik işçilerinin en düşük ücretlerle çalıştığını anlatıp ellerine bir “altın hindi” ödülü tutuşturuveriyor. Arkasından da, yıllardır binaya girip çıkan onca insan için görünmez olan temizlikçiler, ellerinde süpürgeleriyle salona giriyorlar. Bu kez fark edilmek, görülmek zorundalar.
Ken Loach’un yönettiği Ekmek ve Güller filminde çoğu kadın temizlik işçilerinin, güvencesiz çalışmaya ve yoksulluk ücretlerine karşı verdikleri mücadeleden bir örnek bu. Tek yaptıkları davetlere izinsiz girmek değil elbet, anlatılanlar yaşanmış bir grevden esinlenmiş. Ellerine geçen fırsatları kaçırmadıklarını anlatıyor, tabii böyle olayların sinema perdesinde daha bir ilgi çekici olduğu da muhakkak. Belki sinemacıların çoğu görmez ama İngiliz yönetmen tek bu filminde değil, birçoğunda yoksulları, işçileri anlattı, mücadelelerinin anlamlılığının altını çizdi, zaferlerine övgüler dizdi. Şaşkın patronların da, sanat sevicilerinin de façasını aldı.
Torino Film Festivali’nde yaptığı da kavgasının devamı. Coğrafyayı futbola bağlayıverdiyseniz siz de duyunca, tereddüde gerek yok, alınmaz herhalde, Loach’un İngiliz işçileri de futboldan epey konuşur zaten. Bir zamanların arıza oyuncusu Cantona’nın postacı adaşına hayat dersleri verdiği filmi Hayata Çalım At’taki kadar güzel hayat kavgası ile futbolu birbirine benzeten pek çıkmadı. Buralarda Torino’yu meşhur eden vatandaş da, meclise çalım atıyor bazen, ortadan kayboluyor, ne sorsalar bilemiyor, futbol yorumlarından başka. Façası o biçim ama. Onun filmi çekilse berikine pek benzemez, okyanus ötesi iktidarla muhabbeti kurunca bahtının nasıl açıldığı anlatılır herhalde.
Torino diyorduk, film festivalini düzenleyen Ulusal Sinema Müzesi’nin işten atılan ve haklarını arayan taşeron işçileri, bu yönetmen filmlerinde işçileri anlatıyor diye düşünüp Ken Loach’a başvurmuş. Çünkü Loach’a festivalde bir ödül verileceğini öğrenmişler, yaşam boyu onur ödülü. Yönetmen de kalkmış, yaşam boyu onur ödülünü reddetmenin ne kadar onurlu bir hareket olduğunu dünyaya ilan etmiş: “En yoksul olanların sorumlu olmadıkları iktisadi krizin faturasını ödemesi, haksızlık. Bu konuyla ilgili ‘Ekmek ve Güller’ adlı bir film yaptık. Hakları için mücadele eden ve bu yüzden işlerinden olan çalışanların dayanışma çağrısını nasıl duymazlıktan geleyim? Bu ödülü kabul edip de birkaç küçük eleştiri ile durumu geçiştirmek zayıflık ve ikiyüzlülük olurdu.”
Yönetmenin façası düzgünlere attığı çalım, tüm dünya işçilerine nasıl büyük bir takım olduklarını hatırlatırsa, bir küçük gurur sebebidir. Takım bizde yüzünü tanık olduğunu seri iş cinayetlerine döner sonra. Daha geçen hafta Samsun’da bakır fabrikasında amonyak tankının çökmesiyle hayatını kaybeden işçileri, duyan çıkmıştır, duymayan da. Arkadaşları iş güvenliklerinin olmadığını anlatır, bir tane yetkilinin façası bozulmaz ama. Bozulacak elbet.
Aynı günlerde Ekmek ve Gül’ün 25 Kasım için hazırladığı kısa filmi görenler de olmuştur, nereden nereye. İsim benzerliği, Loach’un filmiyle Evrensel okurlarının tanıdığı Ekmek ve Gül’ün aynı James Oppenheim şiirinden ve arkasından gelen tekstil grevinden aldığı ilhamdan, “Bir köle gibi çalıştırıldı onlar, sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun” diyen. Görülüyor; ne kadar görmezden, duymazdan gelse de birileri, görünmez değildir, ne işçiler, ne kadınlar. 

evrensel.net
BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Sezgin Tanrıkulu: "Depremin maliyetini en aza indirmek için her ay vergi veriyoruz. Nereye harcandığını bilmiyoruz"

Evrensel'i Takip Et