“Her ikisi de güçlerini, ortak bir kültürün, tarihin paydaşları oldukları savından, bu iddianın tarihsel haklılık ve üstünlüğünden ve buna yönelik  bir ‘düşman’ın varlığından alırlar. Bu ortak tarih ve kültür çoğu zaman başarılı bir kurgudan ibarettir.”
Milliyetçilik ve kör taraftarlığı hedef alan bu cümleleri 25 Şubat 2012’de, Aziz Yıldırım’ın mahkemedeki savunması sonrası yazmıştım.
Sebebi, Yıldırım’ın savunmasını Fenerbahçelilik ve Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinin neredeyse aynılığı ve kendisine yönelik suçlamaların da esasında bu iki değere yönelik olduğu üzerine kurmasıydı.
Yıldırım açısından akıllıca bir politik hamleydi. Çünkü kamuoyunda da buna olanak verecek bir saflaşma oluşmuştu.
‘Yandaş’ basın hükümetin (ya da cemaatin) diğer operasyonlarında olduğu gibi davaya dair bilgilere önceden ulaşabiliyor ve bir psikolojik harekat yürütüyordu.
Buna karşılık ulusalcılar da Fenerbahçe’yi “Cumhuriyet’in son kalesi” ilan etmişti. Aziz Yıldırım’ı da darbe planları yaparken tutuklanmış bir general gibi savunuyorlardı.
İki taraf için de şikenin gerçekten yapılıp yapılmadığı ya da Türkiye futbolundaki şike gerçeğiyle hesaplaşmak gibi bir niyet yoktu.
Bu dönemle birlikte bu kesimlerin haricindeki “solcu”, “devrimci”, “demokrat” vs taraftarlar, sporseverler de ikiye bölündü. Ben dahil bazıları, bu operasyonu futbol kapitalizmindeki belli bir zümreyi temsil eden Aziz Yıldırım’la(tabii zan altındaki diğer isimler de) cemaatin temsil ettiği iş çevrelerinin alan hakimiyeti kapışması olarak yorumladı. Operasyonu yürütenlerin “Türkiye futbolundan şikeyi temizlemek” gibi bir amacı olmadığını biliyorduk. Aziz Yıldırım ve Galatasaray, Beşiktaş gibi kulüplerdeki benzerlerinin şike dahil her türlü naneyi yediği yüksek ihtimal olsa da davanın esastan çarpık inşa edilmiş olması ve bir cadı avına dönüştürülmesi gerçek bir yargılamayı olanaksız kıldığından Yıldırım aleyhindeki, herhangi bir delile dayanmayan kanaatlerimizi bağırıp çağırmıyorduk. Ergenekon davasında olduğu gibi gerekli demokratik baskıyı yaratıp, sürecin iki sermaye kesiminin köşe kapmacasına indirgenmesinin önüne geçme amacındaydık.
Diğer kesiminse taraftarlığı, dünyaya bakışının önüne geçmişti.
Dedik ya, yüksek dozda taraftarlığın milliyetçilik benzeri yan etkileri vardır.
Bir bakarsınız, karşınızdaki kişi, hayata bakışındaki sınıfsal perspektifi dahi kaybetmiş. “Kendi” sandığı burjuvasını savunurken buluvermişiz onu. Aziz Yıldırım’ın Ali Koç’un “omurgalı” duruş sergilediğini okuruz kaleminden.
Onunkileri savunmayan, işlemekte olan komplo sürecinin bir parçasıdır. Hakemler de bu sürecin bir parçası olarak kasıtlı olarak onların aleyhine düdük çalıp durmaktadır. Bunun bir kanıtı da Cüneyt Çakır, Fırat Aydınus gibi hakemlerin “Avrupa’da yapmadığı hataları Türkiye’de sistematik olarak yapması”dır.
“Radikal” yazarlar da benzeri ithamlardan azade değildir.  Kimi zaman “yandaş medya aleminde var olmaya çalışmakta”, kimi zaman “entelektüel holiganlık” yapmaktadırlar.
Aziz Yıldırım’ın şike yapmadığına inanmadıkları için bildiğin Fethullahçıdırlar. Suriye’ye yönelik emperyalist müdahaleye karşı çıktığı için Esadçı olmak gibi bir şey anlayacağınız.
Bu düşünceye göre, 40 yıldır ne olduğunu bildiğimiz Aziz Yıldırım’ın masum olmadığına inanmak;
Hakemlerin Fenerbahçe maçlarında yaptığı hataların “insani” olduğunu savunmak;
Aykut Kocaman’ın “3 Temmuz süreci”ne sığınmasını camianın onun üzerinde oluşturduğu baskıya bağlamak; “Fenerbahçe’ye duyulan nefretin sebebi” ve bir tür “Entelektüel holiganlık!”
Yukarıda kendisini sıkça alıntıladığım İlker Aktükün hocamıza sormak lazım: Kale arkasından bakınca sizce kim ‘Entelektüel holigan’ gibi gözüküyor?

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et