Paris kimin işi?
Bir önceki yazımda, görüşmeler sürecinde provokatif eylemlerin olabileceği, kanaatime yer vermiştim. Aynı gün DTK Eş Başkanı Ahmet Türk de katıldığı bir televizyon programında provokasyonlara dikkat çekerek, barış süreci başladığında, bazı olumsuzlukların yaşanabileceğini, süreci baltalamak isteyenlerin olabileceğini, hatta bizzat kendilerine bile yönelinebileceğini dile getirdi.
Bu yaklaşımı yalnız Ahmet Türk değil, birçok yazar ve siyasetçi de gösterdi.
Daha yazılanların mürekkebi kurumadan, söylenenler tam duyulmadan Paris’te üç Kürt kadın siyasetçi hunharca bir suikast sonucunda katledildiler.
Doğrusu herkes provokasyon yaşanabileceğine yönelik bir fikre sahip olsa da bu provokasyonun Avrupa’nın bir kentinde Kürtlerin katledilerek yaşanabileceğine kimse ihtimal vermiyordu.
AKP’ye yakın kimi gazetelerde net vurgularla “örgüt içi infaz” üzerinde duruldu. Türk basınının neredeyse tümü benzer bir yayımcılıkla, daha çok “örgüt içi infaz” vurgusuna ağırlık veriyorlardı.
“İç infaz” diyenin de, Kürtler adına siyaset yapanın da üzerinde mutabık olduğu ortak analiz ise cinayetlerin süreci baltalamaya dönük bir girişim olduğuydu.
Bunlar işin özeti olmakla birlikte, hâlâ tartışılan ve görünen o, daha uzun zaman tartışılacak olan bir diğer konu da cinayetin kim veya kimler tarafından işlendiğidir.
Bu konuda da iddialar ve yargılar çok çeşitli.
Geçtiğimiz hafta Stêrk ve Nûçe televizyonlarında davetli olduğum programlara katılmak için üç günlüğüne Brüksel’e gitmiştim. Arada zaman oluşturup 12 Ocak günü Paris’te düzenlenen 100 bine yakın insanın katıldığı protesto mitinginde de bulundum.
Öncelikle şunu diyeyim; cinayetlere böyle büyük bir tepki verilmesi, inanıyorum bundan sonraki provokasyonların engellenmesine yönelik de ciddi bir uyarıdır.
Bu arada hatırlatmaya gerek yok, yurt dışında olduğum süre boyunca hem katıldığım programlarda, hem dost meclislerinde tüm sohbetler Paris Katliamı üzerineydi.
Kimsede net bir bilgi olmamasına rağmen dost meclislerinde konuşulanlar açıkta konuşulanlardan daha rahattı. Cinayetlerin kimin tarafından işlendiğine dair iddialarını sıralayanlar, İran ve Suriye’den başlayıp, Türkiye, İngiltere, İsrail ve ABD’ye kadar gidiyorlardı.
Dost meclislerinde, katledilenleri de yakından tanıyanların önemli bir bölümü, cinayetlerin Türkiye merkezli bir güç tarafından işlendiğine kuşku duymuyorlardı. Bunlar, “cinayetler ile başta Öcalan olmak üzere PKK kadrolarına mesaj veriyorlar” diyorlardı. Mesajın “Ya bizim belirlediğimiz sınırlar içinde davranırsınız ya da yok olursunuz” anlamına geldiğini belirtenler ise çoğunluktaydı. Güney Afrika ırkçı rejimi ile Mandela arasında görüşmeler devam ederken öldürülen ANC (Afrika Ulusal Kongresi) yönetici ve kadroları ile ANC’nin misilleme yaparak rejim yanlılarını öldürmelerine dikkat çekenler, “Benzer bir süreç Türkiye’de de yaşanabilir” kaygısını paylaşıyorlardı. Bu aynı zamanda şu anlama da gelir: Sürecin tam bir müzakereye taşındığı dönemlerde bile tarafların “mesajlarını” bazen şiddetle vermeleri yaşanmayacak şeyler değil.
İmralı’da Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata ile görüşen PKK Lideri Abdullah Öcalan, “Barış için fazla zamanımız yok” demişti. Cinayetlerden sonra görüştüğü kardeşine ise “Bu cinayetler bir işarettir” diyordu.
Cinayetlerin işaret olduğuna şüphe yok. İşaretin Kürt hareketine verildiği de aşikar. Ama tartışmalı olan bu işareti kimin verdiği.
İşareti verenler bulunmaz veya Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi yalnız tetikçi bulunur ötesine gidilmezse, bu cinayetin vebali önce Fransa’nın, ardından ise Türkiye’nin boynundadır.
Şu da gerçek: Silahı ve şiddeti bitirmek için görüşenler bu cinayetleri de, olası provokasyonları da görüşmelerin birer başlığı olarak ele almak zorundalar. Hem güven ortamını pekiştirmek, hem de katil veya katilleri bulmak ve ardındaki güce erişmek için tarafların iş birliği yapmaları gerekir.
Evrensel'i Takip Et