15 Ocak 2013 12:19

Başka bir açıdan Paris

Başka bir açıdan Paris

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Paris’te 3 Kürt kadın siyasetçinin bir suikast sonucu katledilmeleri, önce zamanlaması bakımından tartışıldı.
İmralı’da kesintiye uğradığından bu yana azımsanamayacak can kayıplarının yaşandığı görüşmelerin yeniden başlamasıyla, her iki taraftan da “provokasyon girişimlerine karşı dikkatli olunmalı” yönünde açıklamalar gelmişti. Bu uyarıların ardından Paris’teki suikast gerçekleşince verilen ilk tepkilerden biri “işte provokasyon geldi” oldu.
Aslında Türkiye’de çatışma süreci “düşük yoğunluklu” olarak devam ediyor, karşılıklı ölümler oluyor ve KCK operasyonları da durmuyor. KCK davalarında tutukluların ana dilde savunma taleplerine mahkeme heyetlerinin tutumunda da bir esneme yok. Ancak tüm bunlar, belli ki bu ağır sorunun kendi rutin dengesi içinde süregelen gelişmeler olarak algılanıyor ve ancak Silvan’dakinin benzeri bir gelişme bu süreci “provoke” edecek cinsten bir gelişme sayılıyor.
Bu yüksek sesle bu şekilde ifade edilmese de, gelişmelerin iç sesi bize bunu söylüyor.
Paris’teki suikastı kimin gerçekleştirmiş olabileceğine dair yorumlar arasında, “İmralı’da başlayan görüşmeleri provoke etme amacı taşıyan uluslararası güçler ve bu güçlere bağlı istihbarat örgütleri gibi yorumlar” öne çıktı. Bu ihtimallere, “Bu suikastı gerçekleştirenlerin amacı aslında neden İmralı sürecini test etmek olmasın?​”  sorusundan hareketle ulaşılabilecek güçleri de ekleyebiliriz.
Dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta ise, Paris’teki suikastın, başlayan bir sürece dair anlamını yorumlama eğilimi öne çıkarken, bu suikastın hangi sürecin bir ürünü olduğu gerçeğinin perdelenmesidir.
Soruyu şuradan sorarak madalyonun diğer tarafına da bakabiliriz: Eğer Kürt sorununun Türkiye topraklarındaki kısmı şu ana kadar bir çözüme kavuşturulmuş olsa idi, Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in bu acı sonu yaşanır mıydı?
Paris’teki bu cinayetin çeşitli yönleriyle tartışıldığı günlerde Mümtaz Soysal Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde “Gülünç Arayış” başlığı taşıyan yazısına şöyle başlıyor: “Hiç kuşkusuz çok komik bir milletiz biz Türkler. Durup dururken ve hiç gereği yokken kendi adımızı aramaya çıktık. Şimdi neyi niçin aradığımızı pek bilmeyen ve nasıl anlatacağını tam kestiremeyen bir milletvekilinin yazısından öğreniyoruz ki galiba Türk milleti olduğumuza ve vatandaşlığımızın da Türk vatandaşlığı olduğuna pek yakında yeni anayasayla karar vermiş olacağız.”
Ve bir paragraf sonra devam ediyor: “Haydi sınır dışına hiç çıkmamış olanlarımız bilmese de yıllardır Avrupa’ya gidip gelen gurbetçilerimiz ya da Amerika kapılarında eşik aşındıran en büyüklerimiz yabancı hudut görevlisi “tabiyetiniz, uyruğunuz, milliyetiniz, nasyonaliteniz” diye sorduğunda kem küm etmeden hep “Türk” demiyor muyuz?​” (14 Ocak 2013 – Cumhuriyet)
Kendisinden 1980’lerin sonlarında ders aldığımız ve o dönemlerde 12 Eylül Anayasasını sorgulayan, Türk anayasa tarihini “100 soruda” didik didik eden ‘sevgili hocamız’ zaman içinde güvercin simgesi altında şahin politikaları savunan biri haline geldi bilindiği üzere. Bu yazısında da görüldüğü gibi halen de savunmaya devam ediyor.
Ve açık ki Paris’teki üç Kürt kadın siyasetçinin katledilmesinde, Türkiye Anayasasını eşitlik temelli olarak Kürtlere açmayan bu zihniyetin de dolaylı sorumluluğu var.
Bu topraklarda burjuva devrime öncülük eden Türk aydınlarının ‘aydınlanma’ arayışlarında ilk durağı olan Paris’te, bir asır sonra üç Kürt kadın devrimcinin katledilmiş olması, ‘Hangi yolun devamında gerçekleşmiştir’ diye sorduğumuzda, aslında yine başladığımız yere döneceğiz. Bir asırdır Kürt sorununun çözümünü içerecek düzeyde genişlemeyen ‘demokrasimizin’ dolaysız sonucudur bu.

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa