Deniz feneri
Geçtiğimiz ay eşimle Roma’daydık. Garibaldi ve karısı Anita’nın heykellerinin bulunduğu bir tepeye, biraz da tarihin o günlerden kalan anılarını konuşur, hayalimizde kendimizce yaşarız düşüncesinin keyfiyle gittik. Bizi şaşırtan denizle hiçbir ilgisi ve bağlantısı bulunmayan tepede bir deniz fenerinin bulunmasıydı. 1911 yılında, Arjantin’de yaşayan İtalyanlar aralarında para toplayarak bir İtalyan mimara o deniz fenerini inşa etmesi için göndermişlerdi.
Deniz fenerinin denizcilik bakımından herhangi bir işlevi yoktu. Deniz feneri sadece o günlerdeki savaş ve mücadelelerde özgürlüğe olan inancı gösteren bir simge olarak düşünülmüş ve yapılaştırılmıştı. Mimarisi çok güzeldi, çekiciydi, yalnız o tarihi döneme değil tüm gelecek zamanlara meydan okurcasına dimdik yükseliyordu. Tıpkı simgelediği özgürlük gibi.
Deniz fenerinin teknik olarak iki temel işlevi vardır: Su yönünden yaklaştığınızda sizi bekleyen tehlikeyi belirtmek ve izleyeceğiniz yolu belirlemenizde şaşmaz bir işaret olmak. Tıpkı özgürlük gibi.
Tarihi çok eski zamanlara giden deniz feneri her dönem kendisini yapılaştıran tasarımıyla mimarinin, kendisini işlevselleştiren ışığının olduğunca uzaktan görünmesi arzulanan anlı süreli parlamasıyla fiziğin uğraşı alanı olmuştur. Mimarisinin ve ışığının bütünselliğindeki estetik karşısında ona bakan insan heyecanlanır, türlü çeşitli duygularla çalkalanır. Tıpkı özgürlüğü düşlemek gibi.
Deniz feneri deniz feneridir ama insanlar ona kendi dünyalarında farklı anlamlar hatta işlevler yüklerler. Ulaşabilmek için sarp kayaların, ıssız dolambaçlı yolların aşılması gereken, özellikle karanlık ve dalgaların tepesini aştığı gecelerde içinde yaşaması mücadele gerektiren deniz feneri kimi için korkudur: Cinayet için elverişlidir, kötülüğün barınağıdır. Tıpkı özgürlüğü öyle algılayanların ruh hali gibi. Kimileri için deniz fenerinde onu yaşayabilmenin maceracı çekiciliği bir düştür. Tıpkı özgürlüğü yaşamak isteyenlerin düşü gibi. Kimileri deniz fenerinin ışığını söndürerek kayalara çarpıp parçalanan gemilerdeki malları çalmıştır. Tıpkı özgürlüğü karanlığa boğanların bundan çıkar sağlamaları gibi. Bu yıl yayınlanan bir çok kitabın kapağına, eser içeriğinin deniz feneriyle bir ilgisi olmasa bile, bir deniz feneri resmi ya da fotoğrafı konuyor. Acaba neden?
Deniz feneri yalnızlığımda benim dostumdur. Yalnızlığımın keyfini çıkarmak istediğimde içinde yaşadığım deniz fenerinin karşısına oturur, onunla konuşurum. O bana tehlikeleri belirtip yol göstermeye çalışır. Deniz feneri süper egom oluverir. Bir gün ona Diyarbakır’da arkadaşlarımla aramızda geçen bir konuşmayı anlattım. Ona dedim ki, “arkadaşlarıma deniz fenerinin Kürtçesini sordum; düşündüler, bulamadılar. ‘Bizim yaşadığımız topraklarda deniz feneri yok, onun için merak edip Kürtçesini araştırmadık’ dediler. Ne dersin bu işe, niye o topraklarda yoksun?” Deniz feneri “sizler yapın, oralarda da olayım” diye yanıtladı.
Dicle’yle Botan’ın birleştiği yerde, olmadı simgesel anlatımlarla tarihselliği vurgulayan iki nehirden birinin bir yerinde, düş bu ya, kadınların ilk malzemeleri harç koyarak dizdikleri yepyeni bir mimari tasarımla, estetiği farklı bir deniz feneri. Bambaşka bir ışık yayma süreci…İçinde Mezopotamya’da konuşulan her dilden basılı eserlerin yer aldığı bir kütüphane. Bahçesinde her dilin konuşulduğu, her dilden türkünün söylendiği, müziğin çalındığı, her tür renkten kıyafetlerle coşkunun, heyecanın, üzüntünün istenildiği gibi dışa vurulduğu, düşlerin yaşandığı, dertlerin paylaşıldığı, sorunlara birlikte çözüm arandığı bir dünya.
Öyle bir deniz feneri ki, bekçisi de yaşatıcısı da her dilden, dinden, mezhepten, kökenden, düşünceden insanlar olsun. Bizler olalım. Deniz fenerini biz yapılaştıralım, tıpkı özgürlüğe ulaşacağımız gibi. “Bu deniz fenerinin bekçisi kim” diye sorulduğunda ‘bizleriz’ diye gururlanalım.Ve onu bizler yaşatalım. Tıpkı özgürlük gibi.
Evrensel'i Takip Et