Miadı dolan dil meselesi
Kirvem,
Kelaynak misali nerdeyse İstanbul’un orta yerinde yalnız başına kalmış olan Gezi Parkı’nda hesapça üç-beş ağacın sökülmesinin ardından gelişen “nahoş” olaylar, giderek ülkenin dört yanına “artçı depremler” misali şu veya bu şekilde yansırken, aynı zamanda da bundan kellim işin gidişatının nerede, nasıl noktalanıp, ya da hangi “fay hatları”na doğru sürükleneceği de henüz meçhul!
Aslında bilindiği üzere ortada fol, folluk, entipüften derme çatma bir kümes dahi yokken, başımızın başı başbakanımızın durduk yere, illa da “Taksim’in göbeğine eski Topçu Kışlası’nın aynısını dikeceğim!” fermanına, kimi “çapulcu”ların verdikleri tepkiler karşısında sadece kışla değil, aynı zamanda da “AVM, rezidans, butik otel, şehir müzesi” falan feşmekan diyerek hafif yollu “çark” etmesine rağmen, mesele mahkeme safhalarına sürüklenip hepten boyut değiştirince, bu kez de gavurca “referandum, plebisit” laflarıyla ortalık biraz yatıştırılmak istendiyse de, bu arada olan oldu, bacak kırıldı!
Kirvem, yaklaşık iki aydan beri Gezi Parkı nedeniyle ülkenin içine sürüklendiği “kaos” ortamının yarattığı maddi, özellikle de manevi kayıplarını telafi etmek bu saatten sonra asla mümkün değil ama, yine de atalarımızın buyurduğu “Bir musibet bin nasihatten evladır” deyimini fazlasıyla benimseyen insanlar olarak, yani “sokaktaki vatandaş” diye tanımlanırken bir bakıma sanki içten içe küçümsenen halkımızın büyük çoğunluğuna karşılık, diğer yandan “beyaz yakalı” diye adlandırılan, dolayısyla sanki bir “gömlek” daha “üstün” olan “elit”lerin yanı sıra, ayrıca on yıldan beri başımızın başı olan mıhterem başbakanımız Erdoğan ve onun her kelamı karşısında “kavuk sallayan”, her icraatına “şapka çıkaran” kurmaylarına varıncaya kadar hepimiz, istisnasız hepimiz, acaba bu Gezi olaylarından yeterince ders çıkarabildik mi?
Bu hususta kimlerin ne yapıp ne düşündüğünü bilemem, ama kendi payıma bu bapta çıkardığım derse gelince; diyeceğim şu ki, özellikle son zamanlarda başımızın başı başbakanımızın hemen her vesileyle, hemen her konuda sağda solda kullandığı buyurgan, otori-ter “dil”in yanı sıra, ayrıca ülkenin tüm meselelerini sadece ve sadece kendi meşrebince “doğru” bulduğu “hareket tarzı”yla çözme-ye kalkışırken, her ne kadar da giderek ağzında sakıza dönüşen “Diklenmeyeceğiz ama, dik duracağız!” diyerek kendi “mürit”lerine yol gösterse de, aslında geriye dönüp icraatlarına bakıldığında görünen o ki, söylediklerinin tam aksine davranıp, dolayısıyla dik durmaktan ziyade dikleşmeyi tercih etti, ediyor…
Nitekim “one munit”lı çıkışının ardından kimi “şakşakçı”ların bir ağızdan tutturdukları, “Hadi koçum gari kim tutar seni!” rüzgarıyla bu emredici, bu küçümseyen ve nitekim “Ananı da al git!” cümlesinde bir bakıma özetlenen bu “siyaset tarzı”, şu sıralar gelip tosladığımız Gezi’deki olayların belki de öncüsü, bir nevi habercisi miydi ne!
Nitekim çok da eskilerde kalmayan bu siyaset tarzının, yine bir başka örneğini bir nebze de olsa tekrar hatırlayalım:
“Başbakanın ‘ucube’ yakıştırmasından sonra, Kars’taki ‘İnsanlık Anıtı’ için alınan yıkım kararı uygulamaya kondu. Heykeltıraş Mehmet Aksoy, süreci kaygıyla izlediklerini söyleyerek İran uyarısında bulundu. Tahrir Meydanı’ndaki özgürlük arayışlarını hatırlatan Aksoy, sökülen heykeli mutlaka bir gün yerine dikeceğini iddia etti.”
Evet Kirvem, atalarımızın buyurduğu şu meşhur “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” deyimi mucibince bir kez daha görünen o ki; dün kendi estetik zevkince bir heykelin “ucube” olduğuna karar verip, hemen akabinde de “boynunun urulması”nı buyuran bu dil, aynı alışkanlıkla “Gezi’de Topçu Kışlası dikeceğim!” deyip ferman buyurduğunda, gari eskisi gibi “meydanı boş bulamayınca”, iş, dönüp dolaşıp nihayetinde polislerimizin “destan” yazmalarına havale ediliyorsa, demek ki bu “dil”in hükmü, miadını, “son kullanma tarihi”ni doldurdu, dolduruyor Kirvem!
Evrensel'i Takip Et