28 Ağustos 2013

Eski bir yol hikayesi

Trenin penceresinden, yeşile kesmiş köyler, Nazilli basmalı pencereler ve uzaklarda balkıyıp duran bir yaz güneşi akıp duruyor. Az önce kompartımana giren hacı eşraf, dağa taşa üfürdükten sonra biletini buluyor, kondüktöre uzatıyor. Görevli, bir cerrah titizliğiyle bileti, kesiyor ve hacıya veriyor. Hacı eşraf, ayakkabılarını çıkarıp kanepeye uzanıyor.
Odanın kapısı yeniden açılıyor, bir simitçi çocuk giriyor içeri. Hacı, çocuktan bir simit alıyor ve iş olsun diye çocuğa, günde kaç simit sattığını, bayatlayan simitleri ne yaptığını, kaç para kazandığını filan soruyor. Çocuk, fazla konuşmuyor. Kısa, net karşılıklarla hacının laf salvosunu savuşturuyor.
Sonra bana geliyor sıra. Yolculuk gereğince nereli olduğumu soruyor önce, sonra da ne iş yaptığımı. “Niğdeliyim, yazarım.” diyorum kısaca. Memleketimi anlıyor da mesleğimi anlamadığını gözlerini devirmesinden ben anlıyorum. “Ha, yazarsın da başka ne iş yaparsın beyim?​” diyor yeniden. “İşin ne, günde kaç para kazanırsın… Yazarsın da ne yazarsın efendi?​”
Simitçi çocuğa sorduğu soruları nefes almadan bana da soruyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Kaç para kazanıyorum, satılmayan kitapları ne yapıyorum, işim ne? İçim daralıyor, soluğum kesiliyor. Hacı, inatla konuşuyor, bense sabırla susuyorum. Nasıl anlatmalı bu zahire tüccarına yazarlığın da celeplik, bezzazlık, nalbantlık, çerçilik, soğuk demircilik gibi bir iş olduğunu?
Ömrü yoksullukla, yoksunlukla geçmiş yazarları, şairleri düşünüyorum. Hasan İzzettin Dinamo’yu, İlhami Bekir Tez’i, Enver Gökçe’yi… Bir dost  evinde Cevat Şakir’e, “Heykelini Halikarnas meydanına dikeceklermiş.” derler. Balıkçı, acıyla gülümser: “O kadar parayı bana versinler, ben Bodrum’un tüm meydanlarında her gün sabahlara kadar durayım.” diye karşılık verir.
Ekmekler yuvarlak yapıldıktan sonra teker meker yuvarlanan ekmeğin ardı sıra İstanbul’dan Ankaralara göçtüğü söylenir Ahmet Rasim’in. Yazarlar için somun, aslanın ağzından çıkmadı hiçbir zaman.
Eşraf haklı, yazarlık iş değil! Öyleyse ömürlerini neden heder eder yazarlar? Günler geceler boyu bir kuru söz için sanrılar, sayrılıklar içinde debelenir dururlar? Yeni, yepyeni bir düş ülke için… Bu düşleri kuran yazarların dünya malında eli gözü yoktur diyelim isterseniz. Onlar için bir hırka, bir lokma yeterlidir ancak onu da çok görür dünya onlara. Onlarsa inatla, aşkla yazarlar. İşleri budur çünkü. Başkası gelmez ellerinden.
Tren başka bir istasyona geliyor, Hacı tüccar, oturduğu yere Halep işi, üç düğmeli ceketini seccade gibi yayıyor ve kaza namazını kılmak için mırıldanmaya duruyor. Ben de kitabıma yeniden dönüyorum.

Nereden düştü bu yolculuk aklıma? Gezi Parkı boşaltıldığı, parkın gaza dumana boğulduğu akşam, Gezi Kütüphanesindeydim. Gece parka döndüm. Kütüphanenin yarısını yıkmışlardı. Parkın çevresini on beş polis kuşatmıştı. Sabah gün atınca yeniden geldim kütüphaneye kitapları görmek için. Kitapları da götürmüşlerdi.
Uğraş sürüş, öğrenebildim kitapların yerini. Her şey, İnönü Stadı’nın yanında bir boşluğa atılmıştı. Kitaplar, bilgisayarlar, çadırlar ve gençlerin soylu anıları… Yola çıktım, daha ilk adımda yolum kesildi. Genç bir polis, nereye gittiğimi, ne iş yaptığımı sordu. “Yazarım.” dedim, “Kitapları arıyorum.” “Çantanı aç.” dedi. Açtım. Akşamdan kalma kitaplar, dergiler, gaz maskesi, ilaçlı su… “Hazırlıklı gelmişsin.” dedi daha pervasız, yılışık bir sesle. “Hazırlıklı değil, güvenlikli.” diyebildim. “Yazarmışsın, yazsan ne olacak yazmasan ne olacak, yazma!” dedi bu kez de. “Sizin için yazmıyorum.” dedim yarı ağız. Maskeyi ve ilaçlı suyu bıraktım. Yeniden yola koyuldum.
Hacı eşrafı düşündüm. Bu yeni yetme polisle aralarında ne fark olabilirdi ki? Biri devlete, diğeri dine kul edilmiş iki köle. Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 romanını ve François Truffaut’un Fahrenheit 451 filmini düşündüm sonra ve terfi bekleyen Montag’ı. Ne diyordu Montag, komutanı Kaptan Beatty’nin “İşten izinli olduğunda ne yaparsın,” sorusuna? “Fazla bir şey değil efendim, çimenliği biçerim. “Peki, bu kanunen yasaksa!” “Büyümesini beklerim efendim!” Bir kütüphaneyi ateşe verirken de şöyle diyordu komutan: “Kitaplar, hiçbir işe yaramaz, hiçbir şey söylemez, onları okuyan insanları mutsuz eder. Hepimiz birbirimize benzemeliyiz, bu yüzden de kitapları yakmalıyız.”
Bradbury’nin “Kırlara seslenen, istenmeyen bir azınlık grubu olan ve kitaplar yakıldığı için her biri bir kitabı ezberleyerek okuduğu kitaba dönüşen Kitap Halkı”na karşı cahilin ve devletin mutluluğu budur işte!

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et