Kozmetik paket meselesi (5)

Kirvem,
Saçı sakalı ağarmış yaşlı neslin genelde cüzdanlarında, delikanlıların blucin pantolonlarının arka ceplerinde, kimi hatunlarımızın fermuarlı, genç kızlarımızın da çoğunlukla sırt çantalarında özenle taşıdıkları, özellikle de  sokağa çıktıklarında yanlarında bulundurmaları gereken T.C. damgalı “kimlik”lerimizin olduğu malum.
Gezi’deki veya benzer olaylarda olduğu gibi işleri güçleri ha babam de babam “destan” yazmakla geçen “polis” amcalarımızın emir buyurduklarında çıkarıp göstermemizi istedikleri bu “kafa kağıtlarımız” yanımızda değilse, o zaman derdimizi ya Marko Paşa’ ya anlatırız,  ya da polis amcamızın o andaki insafına terk ederiz…
Yani?
Yani kafa kağıtlarımızı ya da eskilerin deyimiyle “nüfus cüzdanları”mızı, bir bakıma kimin nesi, kimin fesi olduğumuzu belirten bu “hüviyet”lerimizi gözümüz gibi koruyup kaybetmemeye, kazara kaybettiğimiz taktirde de yenisini çıkarmak için kırk türlü bürokratik engelleri aşmak için anamızdan emdiğimiz sütün burnumuzdan geleceğini de biliriz…
 Kafa kağıtlarımız her bakımdan önemli ve değerlidir; çünkü önce “vatandaş”, sonra da anayasa gereğince “eşit yurttaş”lar olduğumuzu böylece kanıtlarken, aynı zamanda da bununla gurur ve onur duyarız!
 Peki sıradan bir kağıt parçası olmayıp, hatta tam aksine en “kıymetli hazine”miz niteliğindeki soğuk damgalı, mühürlü bu  “belge”ler sayesinde “cennet vatan”ımızın bireyleri olduğumuzu ispatlarken, diğer yandan da bu kimliğin bizlere yüklediği “nimet” ve “külfet”leri, acaba aynı “eşit”likte, aynı oranda mı paylaşıyoruz?
Aslında anayasamızın altı kalın çizgilerle çizilmiş kimi maddeleri-ne göre; bizler, yani ben, sen, o, hepimiz Devlet Baba’mızın şu kadar bin kilometrekarelik çiftliğinde “Aynı fidanın güller açan dalıyız”, dolayısıyla yok ayrımız gayrımız, yok birbirimizden zerre kadar farkımız! Ancak anaların anası olan anayasamızın bu cafcaflı maddelerinin yanı sıra, keza aynı tornadan çıkmış, aynı matbaalarda basılmış “pembiş” ve “maviş”  kafa kağıtlarımıza rağmen görünen o ki, güncel yaşantımızda bu “eşitlik” ilkesinden kimi “vatandaş”larımız bol kepçe nasiplenirken, kimileri de bu hengamede iki kaşık “nafaka” kapmak için çırpınıyorlar…
Mesela asık suratlı “ceberut” Devlet Baba ve “şefkatli” Devlet Ana’mızın yıllar yılı misakımızın milli sınırları dahilinde hazırlayıp, biz “evlat”larına sundukları bu Halil İbrahim Sofrası’nın bereketinden ekmek kadar, su kadar önemli olan, bir bakıma ruhumuzun temel gıdası, anamızın ak sütü gibi mübarek “ana dil”imizi kimilerimiz gerçekten de betiyle, bereketiyle, amiyane deyimiyle tepe tepe kullanıp bunun keyfini sürerken, öte taraftan kimilerimizin “vatandaş” olarak böylesine bir “lüks”ü nedense tümden mafiş!
Örneğin daha düne kadar kendi ana dili Kürtçeyle bir klip çekmek istediği için çatal, bıçaklar eşliğinde “aforoz” edilip “şeytan”laştırıldığı için ister istemez soluğu yaban ellerde alan Ahmet Kaya, şimdilerde hani nasıl derler dostlar alışverişte görsün kabilinden birden bire “muhterem zevat” tarafından  “melek”leştirildi ama, diğer taraftan kendi ana dillerinde eğitim yapmayı isteyen Kürtlere sadece özel okullarda lütfedilip izin verilmesi, acaba dünden bugüne sarkan ve yıllardan beri değişmeyen bu çarpık, bu “tek”çi zihniyetin, tıpkı “İnadım inat, adım Kel Murat!” misali asla değişmediğinin en bariz kanıtı  değil mi?
Ermeni, Rum, Yahudi T.C. vatandaşlarımız Lozan’a göre “azınlık” statüsünde oldukları için kendi anadillerinde yarım porsiyon eğitim yaparken, bu ülkenin en eski halklarından, hatta “resmi ağızlar”a bakılırsa cumhuriyetin kurucu unsurlarından biri olan milyonlarca Kürt, bu haklarından dün olduğu gibi bugün bu saat yine yoksun bırakılıyorlarsa, demek ki bu ülkede zırt pırt dışlanıp, horlanıp “öteki”leştirilen bu azınlıklar, yemeyip içmeyip oturup hallerine şükretsinler!..
Azınlık olmak bazen, bazı konularda işe yarıyor zo!

Evrensel'i Takip Et