\'Megri daye\' meselesi (2)
Kirvem,
Başımızın başı Muhterem Başbakanımız Erdoğan’ın, yıllardan beri memleketimizin en önemli meselerinin başında gelen Kürt sorununu, kendi devri iktidarında tümüyle çözmek için, geçtiğimiz günlerde etrafına topladığı kurmaylarıyla beraber Diyarbakır’a yaptığı “barış çıkarması”nın tüm detaylarını sazlı sözlü “düet”ler eşliğinde milletçe izledik durduk…
Diyarbakır’da sahnelenen, özellikle de Kürtçe “megri daye” ve Türkçe “ağlama ana” diyerek iki dilde bir nevi “potpuri”yle dillendirilen bu ağıtvari şarkıyı, kimler hangi duygularla nasıl değerlendirdi tabii ki bilemiyorum; ama kendi payıma Tanrı’nın huzurunda gerçekleri söylemem gerekirse, ben özüm bu tür “senaryo”lar karşısında nedense hep “samimiyet” ibresinin veya kantarın topuzunun hafif yollu da olsa sanki kaçtığını düşünüp, dolayısıyla aklım sıra nedense hep “gâvur”luk edip, belki de farkında olmadan pişmiş aşa galiba su mu katıyorum ne!
Neyse ne! Benim bunca yıldan beri kuyruğumu terk etmeyen, ipe sapa gelmez bu kötü “huyumu”, en çorak tarlalarda bile asla işe yaramaz “suyumu” bir tarafa dehleyip, asıl meselemize dönersek; tüm “akil” insanlarca denen o ki, Anadolu denen bu coğrafyada yıllardan beri sürüp gelen “kardeşler arası savaş” nedeniyle ağlayan anaların bundan kellim gözyaşlarının dinmesi için, önce yaban ellerde ve kapalı kapılar ardında başlatılıp, daha sonra da Diyarbakır’da açıkça pekiştirilen bu “çözüm süreci”nin bundan böyle tökezlemeden, kesintiye uğramadan yoluna aynı minvalde devam etmesi evvelemirde şart!
“Akil” adamların bu “tespit”lerine kimler şapka çıkarır, nasıl destek verir bilemem, ama kendi payıma daha önceleri belki de en az kırk kez dillendirdiğim gibi, yine bugün bu saat yüce Tanrı’nın huzurunda içtenlikle belirtmeliyim ki; özümü taa fi tarihinde Diyarbakır’daki toprak damlı, kireç badanalı tek gözlü evimizde bir kış günü bir tencere ılık su, paslı bir makas ve iki çaput parçası eşliğinde doğurtan ebem Kocakarı Kure Mama, daha o ilk gün kafamın yamukluğuna bakıp, ilerde “ehmak”ın, “aptal”ın teki olacağıma dair verdiği o “fetva”ya sığınıp, dolayısıyla boyumdan büyük andavallıca bir laf etmem gerekirse, diyeceğim o ki, “barış süreci”nin gerçekten de devam etmesini “olmazsa olmaz” babında dillerinden düşürmeyen diller, öncelikle esiri oldukları “milli, milliyetçi” ve ne hikmetse cazibesinden bir türlü kurtulamadıkları ecdat yadigârı “tek”çi, buyurgan zihniyetlerini en azından hafif yollu törpüleyip, ya da “lütfedip” sünger çekmedikleri müddetçe, bugünkü “barış baharı”nın, yarın sil baştan “hazan mevsimi”ne dönüşmeyeceğini kim bilebilir ki!
Tamam! Şom ağızlık etmeyelim, geride bıraktığımız şu son bir yıl içinde gençlerimizin birbirlerini boğazlamadıklarını şaşı gözlerimizle de olsa görüp, bunun, bu “sulh”ün kadrini kıymetini bilelim; hatta barıştan yana gerekirse sıkça vurgulandığı gibi, her “vatandaş” baş veya serçe parmaklarını taşın altına koymak için kuyruk oluştursun, bu parmak faslıyla yetinmeyip bunu az bulanlar, tıpkı Kürt olduğunu uzun yıllar ister istemez şu veya bu şekilde “kamufle” edip, nitekim bir zamanlar kendi “ana dili”yle sahnelerde iki Kürtçe türkü söyleyebilmek için yıllarca kabuğuna çekilip bir kenarda bekleyen Tatlıses’li İbo, şimdilerde, yani akıp giden zaman tünelinin ardından meydanı boş bulduğunda, “Barış ve çözüm sürecinin önüne kim engel olursa önüne gövdemi koyarım!” deyip “barış” ya da namı diğeriyle “aştî”nin önemine methiyeler sıralayıp davul zurna çalsın; buna kendi payıma zerre kadar itirazım olursa, iki gözüm önüme aksın, ekmek İncil çarpsın ama, öte yandan da atalarımızın buyurup, kulaklarımıza küpe niyetine astıkları şu meşhur, “lafla peynir gemisi yürümez!” deyimini bir kenara sabit kalemle not etmeyi de lütfen unutmayalım ağparik!
Nitekim mevcut Anayasa’mızın kâğıt üstünde yazılı şu kadar maddesinin gari miadı dolduğunu peşinen kabullendikten sonra, nerdeyse iki yıldan beri toplanan komisyonlarla bu hususta arpa boyu kadar yol alamayınca, anayasının değiştirilmesini şimdilik rafa kaldırdığımıza, hele hele ilk üç maddesinin kılına dahi dokunulmasının tümüyle “yassağ hemşehrim!” kulvarlarında sürüklendiğine bakılırsa, demek ki, “tek”çi zihniyetin “hegemonya”sı dün olduğu gibi bugün de berdevam!
Oysa kabul edelim ya da etmeyelim ülkemizde özellikle şu son otuz yıldan beri sürüp gelen başta Kürt, sonra Alevi ve “demokratikleşme paketi” adıyla piyasaya sürüp hesapça çözmeye kalkıştığımız bilumum meselelerimizin temelinde yatan, amiyane deyimiyle tam da göbeğinde lök gibi oturan sorunlarımızın gelip tosladığı yer, hep bu “tek”çi zihniyet ve onun günümüze kadar sarkıp gelen çağ dışı yaptırımları olmuştur!
Yani?
Yani, bu “tek”çi zihniyetin yerinde yeller esmedikçe, o zaman daha geçenlerde başımızın başı Başbakanımızın Trabzon’da buyurduğu şu; “1920’de TBMM’de Kürt, Türk, Arap, Laz, Çerkez velhasıl, nasıl bir ve beraber olduysalar, cumhuriyeti nasıl birlikte kurdularsa, yeni Türkiye’yi de o ruh, o öz ruhuyla yeniden imar ediyoruz.” cümlesi, geride kalan “doksan yıllık” bir mazinin ardından bugün bu saat hâlâ bu coğrafyanın halklarına “megri daye” türküsü söyletiyorsa, demek ki dün lafla yürümeyen peynir gemisi, bundan kellim gerçekten de yürür mü, bunu da, “ehmak”ın teki olan ben özüm nereden bilebilirim ki Kirvem!
Evrensel'i Takip Et