Trabzon\'dan canlı bir tanıklık
Hrant Dink’in anısına...
EDF arşivinde yer alan, 1916 yılında kayda alınan tanıklıklar arasında, Tiflis’te kayda geçmiş olan 132 No’lu belge, o dönem Trabzon’da yaşananları taze bir hafıza ile çok canlı bir biçimde aktarıyor. Gohar Saryan’ın bu tanıklığı, daha sonra yaşanan birçok benzer olayda sistemin nasıl işlediğini de gözler önüne seriyor. Bu arada Ethem Bey diye “vicdan” sahibi bir memur örneğine de rastlıyoruz.
Osmanlı seferberliğinde Ermeni askerlerinin eline silah vermeyip, amele olarak kullandılar, imkânı olan ise bedel verdi. Trabzon Ermenileri son derece sadakatle hizmet verdi, sınırsız bağışlar yaptı, fakat yine de hükümet Ermeni ve Rumların dükkânlarındaki mallara tamamen el koydu. 1 Haziran 1915’e kadar Trabzon sakindi...
13 Haziran Cumartesi günü ilanlar yapıştırdılar. Mezopotamya’ya gitmek niyetiyle hazırlanmak için beş gün mühlet verilmişti. Hiçbir eşya veya mal varlığı yanımıza alamayacak ve Rumlara veya Türklere satamayacaktık. Herkes mallarını kendi eliyle hükümete teslim edecekti…
Sokaklarda ne Rum, ne de Türk aile görünmüyordu, hepsi de bu zulmü görmemek için köylere çekilmişlerdi. Biz kadınlar toplandık, çocuklarla birlikte valiye başvurduk. Bizi kaba bir şekilde kovdular. Alman konsolosuna başvurduk, şehrin bir saat uzağındaki yazlığında. Çok kötü kabul etti ve “yapmasaydınız, yaptınız şimdi çekin” dedi.…
Daha çok yalvardık, fakat merhametsiz bir şekilde bizi kovdu. Avusturya konsolosuna başvurduk. Memnuniyetle kabul etti, ağladı ve “Yardım etmek isterdim, fakat elimden bir şey gelmez” dedi. Şehre döndük ve Amerikan konsolosuna başvurduk. O bize ümit verdi, ilgileneceğini söyledi, fakat hiçbir şey yapamadı…
İttihat’ın Liderlerinden Nail Bey’e başvurduk. Kurnazca bir gülümsemeyle, yollarda tüm güvenlik ve ilgiyi elde edeceğimiz konusunda güvence verdi. Lakin Trabzon katliamını gerçekleştirenler zaten bu Nail Bey, vali, belediyenin başhekimi, Polis Şefi Mehmet Ali’ydi ve bunlar Trabzonlu değildi. Yerlilerden ise Muda Efendi ve Şekerci Salih ile daha birkaç kişiydi, toplam 12 kişi…
Yerli Türklerin bir kısmı bu kanlı işe hiç karışmadı. Doğrudan öldürenler ise yüzbaşılar, jandarmalar, Türk çeteleri ve bu niyetle o günlerde hapisten saldıkları tüm cani tutuklulardı, bir de kaçak Gürcüler, kayıkçılar. İçlerinden en azılıları liman “kâhyası” ile Aslan adındaki genç kardeşi ve tutuklu Necat’tı… Şehrin bir saat uzağından onların bağırış-çağırışlarını duyup kulaklarımı kapatıyordum. Birçok kadın ve kız, polisler onları tehcir etmek için evlerine girdiğinde zehir içti. Khaçik Ağa Aslanyan kendini pencereden atıp öldü, Karapet Mınatsakanyan, bıçakla intihar etti. Ermenilerden birinin Bulgar karısı, usturayla boynunu kesti. Hınçak Partisinden Gurgen Sargısyan’ın babası, evini ateşe verip yaktı, fakat zaptiyelerin topukları altında öldü. Gurgen’in kendisi ise, bir evde saklanmıştı ve 15 gün sonra kadın elbisesiyle dışarı çıktı, fakat zaptiyelerin eline düştü. Amerikan konsolosunun kavası korkusundan intihar etti. Şeyranlı Taşnak Setrak, bir ay boyunca evlerinin tavan arasında saklandı, daha sonra fark edildi ve zaptiyeler tarafından kuşatıldı, bir saat çarpıştıktan sonra, bir zaptiye yaralayıp öldürüldü.… Haydutlar yola çıkarılan herkesi soyuyor, sekiz yaşın üzerindeki tüm kadınlara tecavüz ediyor, karşı koyanları ise oracıkta öldürüyorlardı.
Son gruptaki erkekleri ise hemen şehrin yakınında öldürüyorlardı. Erkek kadın tüm köylüler de bir günlük yoldan öteye gidemediler. Nehir boyunca yüzlerce, binlercesi çırılçıplak soyulup, kasatura ve bıçaklarla öldürülerek nehre atılıyordu. Tüm bunları Rum askerler, Müslümanlarla evli Ermeni kızları ve kadınları ve hatta kendileri, Türkler anlatıyordu.
Ben ise 15 Haziran’da çocuklarımla birlikte Soğuksu’ya, valinin yazlığına gittim ve çok ağladım, yalvardım. Valinin karısı bana acıdı, aracılık etti ve kendimi hasta gösterip, hastanede kalmama izin verdi. Ondan sonra üç çocuğum ve hizmetkârımla birlikte hastanede kaldım. Üç gün sonra Türk hastaları nakledip, onların yerine Ermeni yaşlıları, hastaları, hamileleri, çocukları ve Metropolit ile Amerikalıların yanında bulunan tüm çocukları getirdiler…
Başhekim, her gün tümünü kontrol ediyor, bir kısmını denize, kalanını ise yollara, katledilmeye gönderiyordu. ..Beş gün sonra suplima ( Cıvalı klor) getirdiler ve önce ikna yoluyla, sonra da zorla hastalara içirmeye başladılar. Birçoğu hemen öldü. Sekiz gün sonra hastaneler temizlendi, tüm cesetleri kapalı arabalarla denize döküyorlardı. Hastane Müdürü Mehmet Ali Bey, hastaneye sığınanların tüm mallarına el koydu.
Diğer taraftan, Ermeni memurları aileleriyle birlikte kayıklarla denize çıkarıp öldürerek suya atmaya başladılar. Kocamın, telgraf görevlisi kardeşi, kızı ve karısı da onlar arasındaydı. Ermeni askerleri 15 gün tuttular, zaten birçoğu yollarda çalışıyordu. Daha sonra kendi elleriyle büyük çukurlar açma işi verdiler ve süngüleyerek öldürüp oraya gömdüler.
… Temmuz ortalarında bizi, camiye çevrilmiş olan Fransız şapeline götürdüler, imam geldi ve İslamlaşmamız törenini uyguladı. On beş kişiydik. Altı kızı, Müslüman gençlerle nikâhladılar. ..Valinin karısı, yazlıktan şehre gelip, beni yanında Soğuksu’ya götürdü. Orada beş Ermeni kızı daha vardı… Valinin karısı beni hükümet görevlilerinden Ethem Efendi’yle nikâh etme iyiliğinde bulundu. Bu adam çok iyiydi ve beni ve çocuklarımı namusuyla korudu. Bir gün bana, tümü silahlı 6 kadın ve kız ile 2 erkeğin, açlığa dayanamayarak, teslim olduklarını, geceleyin götürülüp denize atıldıklarını anlattı. O günlerde 4 erkek köylü de gelip teslim oldu, sünnet dahi oldular, fakat yine de öldürüldüler.
Rusların yaklaşması korkusuyla Müslümanlaşmış kadın ve kızları Samsun’a naklettiklerinde Ethem Efendi, bizi dört ay koruduktan sonra, çocuklarımla birlikte bir Rum köyüne sığınmamıza yardım etti. Rum muhtar ele vermeyi düşünüyordu, fakat benim haber vermem üzerine, Ethem Efendi onu tehdit etti ve biz Rusların Trabzon’u ele geçirmesine kadar orada kaldık.
Evrensel'i Takip Et