Siyasi devreler
Bu çok sınanmış bir siyasal olgudur tarihte: İnsan devleti ele geçirdiğini sanabilir ama gerçekte onu ele geçiren devletin kendisidir. Devlet bir süre teslim olmuş gibi görünür ama daha sonra kendini ele geçirdiğini sananları dönüştürür. Devletin gücünü dengeleyecek olan ancak toplumun, onu oluşturan kesimlerin ve de elbette yurttaşların bilinçli gücüdür.
Devleti tarih içinde küçültüp, gereksiz hale gelmesini sağlayacak olan da bizzat toplumun, yurttaşların kendisi, onun bilinçliliği, örgütlülüğü, kendini ifade etme ve katılım iradesidir.
Türkiye, aynı Rusya gibi otoriter/totaliter gelenekleri güçlü bir ülke…
Ve biat refleksi…
Biat et, hayatını daha rahat yaşa!
Aynı ekonominin devreleri/döngüleri gibi siyasetin de devreleri vardır. Ve elbette çoğu kez bunlar iç içe geçer, yapılması gereken ekonomik/siyasal düzenlemeler ile. Ve bunlar genellikle içeriği tam öyle olmasa, hatta ters olsa bile “reform” olarak adlandırılır.
Türkiye’nin devreleri 10 yıl civarındadır. Ve her 10 yılın dolma sürecinde aksaklıklar, sorunlar büyümeye başlar.
Bu tekrarın bir nedeni de ‘reform’ denen düzenlemelerin sadece günü kurtarmaya yönelmesi, ciddi yapısal dönüşümler getirmemesidir.
Batı demokratik sisteminde bu devreler, seçimle meşru iktidar değişimleri ile mümkün olan en az siyasal/ekonomik sarsıntılar ile atlatılır ve bir biçimde krizi dünyanın zayıf noktalarına ihraç eder.
Türkiye’de ise bu devreler, kırılmalar şeklinde, olağanüstü ara dönemler yaşanarak geçilir.
Ve 100 yıla yaklaşan cumhuriyet döneminde yaşanan yılların ancak dörtte biri görece özgür iken, dörtte üçü otoriter/diktatoryal yönetimler altında geçmiştir.
28 Şubat darbesi, 3. Reich gibi 1000 yıllık bir hakimiyet dönemini amaçlıyordu.
Ancak doğrudan ve dolaylı erki ancak 2007 seçimlerine kadar devam etti.
AKP, 10 yıl hükümette kalmayı başardı ama bu zamanı boşa harcadı siyasal açıdan.
Yani, Türkiye’yi her 10 yılda bir siyasal/ekonomik kriz içine sürüklenmesini engelleyecek ya da en azından olayın bir kırılmaya dönüşmeden, en az zararla atlatılmasını sağlayacak zorunlu yapısal siyasal değişimleri yapmaktan kaçınarak, aynı Özal ve Demirel’in yaptığı gibi, otoriter/kontrolcü 12 Eylül Anayasasının ve rejiminin ‘haram’ olan meyvelerinden yararlanmak gibi ucuz ve kolay bir yolu tercih etti.
Hem kendi geleceğini hem ülkenin geleceğini risk altına soktu.
Allah’ım değil, ama kontrolleri altına aldıkları otoriter 12 Eylül sistemi, onlara her gün yeni bir nimeti verdikçe veriyordu.
Ve şimdi ise her gün yeni bir belayı verdikçe veriyor.
Her haram meyvanın bedeli bir gün insanın önüne konur. Şu ya da bu biçimde.
‘Derin devlet’ denen ve bin başlı mitolojik canavarları andıran fenomen yeniden hareketlendi.
Bu fenomenin yeni başları da tek bir konuda eski başlarla tutarlı.
Kimse bize ‘polisin’, ‘adaletin’ varolan sistemden bağımsız olduğunu vaz’etmesin.
Herkes herkesi iyi bilir. ‘Kürtlerin hakları’, ‘sosyalizm’ dendi mi, ‘soykırım’ dendi mi, hepsi aynı şarkıyı söylüyor.
Bunun en somut örnekleri, ASMKK’nin hâlâ devletin ulusal güvenlik sisteminin pasif de olsa bir parçası olması, Heybeli Ada Ruhban Okulunun, ne gerekçe ile olursa olsun hâlâ açılmayışı, siyasal çözüm arandığının açıklanmasına karşın KCK tutsaklarının durumunda bir değişiklik olmaması, Suriye macerası, Hrant Dink ve misyoner cinayetleri sorumlularının korunması, yeni ek yasalarla polis devletinin güçlendikçe güçlenmesi gibi olgulardır.
Polis fezlekesi artık iddianame ve hüküm anlamına gelmişse. Eskiden on kat daha açık bir biçimde bu yaşanıyor ve insanların cezası fiilen infaz edilip sonra karar oluşturuluyorsa, yaşanan krizin boyutunun ne kadar derin olduğu anlaşılacaktır.
Böyle sistemde saray içi erk kavgalarında, vay ki kaybedene, eski Roma deyişi ile.
Kazanan ‘Firavun’, kaybeden yeni ‘mağdur’u oynayacaktır.
Bay Erdoğan, 2007 siyasal krizinin içinden, Hrant Dink cinayetinin yarattığı toplumsal tepki ve bunun verdiği cesaret sayesinde, erken seçime giderek başarıyla çıkmayı başardı.
Bu kez söz konusu olan kendi ve partisinin başarısı değil, ülkenin geleceği.
Saray içi erk oyunları yerine, en azından gelecek dönemde adil ve eşitlikçi bir parlamentonun oluşması için ertelenen en temel demokratik düzenlemeleri yapmak gibi moral bir yükümlülükle karşı karşıya. İnsanlar seçimleri kazanabilir ve kaybedebilir. 2. Dünya Savaşının galibi Wilson, 1945 seçimlerinin kaybedeni idi. İşte asli misyonunu yerine getiren politikacı olarak hoşnuttu, dert etmedi bunu. Ama diğer kazanan Stalin yatağında yalnız öldü, 9 yıl sonra. Ve Roosevelt zaferi göremedi bile.
Ama bir dünya sisteminin temelleri atıldı, mükemmel sayılmasa bile. Türkiye’yi bin başlı ‘derin devletin’ elinden kurtaracak yolun önünün açılması mümkün. Çok basit Bay Erdoğan, seçim barajını kaldıracak cesaretiniz var mı? Bu alternatiflerin önünü açacağı gibi, her toplumsal kesimin adil bir biçimde parlamentoda temsilini sağlayacaktır. Önümüzdeki parlamentoda büyük ihtimalle çoğunluk hükümeti çıkmayacak. Bu durumda, koalisyonların oluşumunda önemli bir pazarlık gücüne sahip olacaksınız. Ve Kürt sorununun çözümünde kalıcı adımlar atacak, asıl güçlü iradeyi gösterirseniz, Cezayir sorununu Gordiyum düğümü gibi çözme iradesi gösteren (Ki Kürt sorununda böyle radikal bir çözüme hâlâ ihtiyaç yok, daha da geç kalınmazsa) General de Gaulle gibi, risk alabilen güçlü irade sahibi liderler arasında tarihte anılacaksınız. De Klerk gibi, Blair gibi…
İnsan dediğin bu dünyada fani.
Baki kalan şu gök kubbede bir hoş seda.
Evrensel'i Takip Et