L’etat c’est moi
Bir zamanlar Fransa’da Kral XIV. Louis, “Devlet benim” demişti.
Biz ise hep tersine çevirmeye çalıştık, “Ben devletim” diyerek. Ne fark var diyeceksiniz, bence önemli fark var. Birinci de müthiş bir iç içe geçiş ve birbiri içinde eriyiş var; orada ‘egemen olan’, adına ister kral, ister başkan deyin, yüzyıllar içinde oluşmuş bir siyasal yapının adeta bir insan olarak tebahhur etmesidir.
İkinci ise, devlet erkininin zirvesini şu ya da bu biçimde ele geçiren “Yeni egemenin, o siyasal yapıyı istediğince yönlendirebileceğine, yeniden şekillendirebileceği inancını yansıtır. Bizim klasik bürokrasi ve militarya, böylesine tebahhur etmiş güçlü egemen olmaması durumunda,
“Devlet biziz” der.
Öyle diyenler süreç içinde “Ben devletim” diyeni dönüştürebilir de. Çoğu kere de bunu başarır.
Erdoğan’ın dönüşümünde de bunu yaşamaktayız sanki. Bu onu çatıştığı derin yapılarla uzlaşıya götürecek.
Aslında aynı durum çatıştığı cemaat için de geçerli.
Cemaat bir süreliğine devletin ‘tam kontrolünü’ ele geçirdiği inancı ile atak yapıp, derin yapının ‘Kürt karşıtlığını’ devraldı. Yani klasik devlet tavrını benimsediğini ifşa etti. Kürt çözümünü engellemek için Başbakanı bile tutuklayabilecek gücü olduğunu sergilemek istedi, bu aynı zamanda derin devlete yapılan bir reveranstı.
Mahkeme ve güvenlik mekanizmasının sol ve Kürt karşıtlığı, çok daha pervasızca sergilenebildi. Burada söz konusu olan uygulanan ‘şiddet’in düzeyi değil. Elbette, 12 Eylül dönemi ve ‘90’lı yılların doğrudan şiddeti ile kimse yarışamaz. Ama güvenlik mekanizmasının yargı ile kurduğu doğrudan pervasızlığın düzeyi, o dönemleri kat be kat aşmıştı. Bu herkesi korku içine düşüren bir pervasızlıktı.
Tam bir “Devlet biziz” artık tavrı, gurur ve küstahça sergileniyordu.
Aslında “Ben devletim” ile “Biz devletiz” mottosunun kavgası yeni değil.
Bir Başbakanın tutuklanma eşiğine gelişi de yeni değil.
İstiklal Mahkemelerinin, “Devlet biziz” diyerek, Başbakan İnönü, haddini aşan tutuklamalar karşısında tavır gösterdiğinde, onu da tutuklamaya kalktığını hatırlamalıyız.
Ama onun tavrı, o gücün arkasındaki “Devlet benim” diyen tabahhur etmiş kişiye biat olmasa da, itaat etmek olacaktı. Nasıl etmesin ki.
Ama tasarlanan tasfiyenin tutuklu paşalara kadar ulaşmamasını sağlamıştı.
Devletin hiçbir zaman 2 takımı olmaz.
Otoriter cumhuriyetin de en başından itibaren bir B Takımı, 1920’lerden itibaren hep oldu.
İktidar savaşları da hep bu iki takım arasında geçti.
Zaman zaman solun ve liberallerin B takımını ehvenişer bularak desteklediği de oldu.
1945 sonlarında solun, sistemin daha liberal görünen B Takımı DP ile ittifak kurması, hatta bazı adaylar göstermesinde olduğu gibi. Öte yandan biraz olsun soluk alma ihtiyacında olan Kürtler ve İstanbul’u hangi partinin alacağını belirleyecek kadar varlığı olan azınlıklar da bu takımı destekleyeceklerdi. Tek parti diktası yorgunu işçi ve köylüler de büyük oranda bu eğilimi göstereceklerdi.
Oysa solun en ağır tasfiyeye uğradığı dönemde bu oldu.
1954 yılında Menderes, Erdoğan gibi mutlak çoğunlukla, seçimleri alınca, “Ben devletim” havalarına girdi. Sol zaten desteğini 1946 sonrasında çekmişti. DP, CHP’nin solu izole etme şantajını kabul ettiğinde. 1954 sonrasında ise liberaller DP’den koptu. Seçim yasasının bugünkü antidemokratikliği nedeniyle ayrı parti kuramadıkları için, demokratikleşme ve yeni anayasa programlarını CHP’ye devrederek, ona katıldılar. Bu dönemde Menderes’in Amerikanizmi ve otoriteryanizmi nedeniyle solun desteği de sola kaydı. Ve zaten 1961 Anayasasının demokratik görünümünü de bu unsurlar sağladı.
Ama aynı Anayasa, özerk yapılanmalar gibi olumlu yanlar yanında, kendi celladı olacak olan Milli Güvenlik Kurumu mekanizmasını da yarattı. Artık, Türkiye, seçilenler ile seçilmeyenlerin oluşturduğu karma bir sitemle yönetilecekti.
Devamı sonra.
Evrensel'i Takip Et