Sütte leke var, başbakanda yok (!)
Başbakan Erdoğan ile oğluna ait olduğu iddia edilen telefon konuşmalarının ses kaydı önceki akşam İnternet’e düştüğünde, ilk sorulardan birisi konuşmanın montaj ya da dublaj olup olamayacağıydı. 17 Aralık büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu sabahı gerçekleştiği kayıtlarda yansıyan konuşma, hangi güçler tarafından İnternet’e yüklendiği sorusuyla gölgelenemeyecek kadar önemliydi.
Başbakanlık tarafından aynı akşam yapılan şu açıklama, Başbakanın bu ses kaydına nasıl tavır alacağını da göstermiş oldu: “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanını hedef alan bu kirli tezgahı kuranlardan hukuk içinde hesap sorulacaktır.”
Başbakan Erdoğan dün partisinin grup toplantısındaki konuşmada da aynı cümleyi tekrarladı: “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına yapılmış haince bir saldırıdır.”
Bu tavır aslında, 17 Aralık operasyonunda Başbakan Erdoğan’ın başvurduğu taktiğin bir devamı. “Paralel devletin işi”, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine karşı darbe girişimi” gibi ortaya dökülen bilgi ve belgeleri tamamen itibarsızlaştırmaya yönelik bir söylem.
Başbakan aynı söylemi, son ses kaydı için de dile getirmiş olsa bile, ses uzmanları söz konusu kayıttaki seslerin, Başbakana ve oğluna ait olduğunu, bir montaj ya da dublaj durumunun söz konusu olmadığını ifade eden açıklamalar yaptılar.
BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş partisinin grup toplantısında, “Ses kaydının Başbakana ait olup olmadığının belirlenmesi 20 dakika sürer” derken haklıydı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da, ses uzmanlarının söz konusu kayıttaki seslerin Başbakan ile oğluna ait olduğu konusunda hiç şüphe duymadıklarını söylediklerini vurguladı.
Bu arada, CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın kaseti yayımlandığında, meydanlarda “Bu özel değil, genel genel” diyen Başbakanın şimdi çıkıp, CHP ve MHP’lilerin kasetleri yayımlandığında karşı çıktığını öne sürmesinin ya da kaset savaşını “kirli siyaset” diye nitelendirmesinin bir inandırıcılığı olmuyor. Ayrıca 4 bakanını bu tür kayıtların yayımlanması sonrası yolsuzluk iddiasıyla görevden alıp, sıra kendisine geldiğinde etik tartışması yapmasının da kabul edilebilir bir yanı olamaz.
Başbakan Erdoğan, yayımlanan ses kaydı karşısında, hedef olanın Recep Tayyip Erdoğan olmadığını, AKP Genel Başkanı da olmadığını, Türkiye Cumhuriyeti Başkanı olduğunu öne sürerek, halkın kafasında devletin kutsiyetine dair imajın arkasına saklanıyor. Ardından “milli iradenin hedef alındığını” savunup döne döne Adnan Menderes’i hatırlatması da, aynı demagojinin devamı oluyor. Dünyanın hiçbir yerinde siyasilere sandıkta verilen oyun, onların yapacağı yolsuzluklara ya da benzer tutumlara da bir onay olsun diye verilmediğini söylemeye gerek var mı? Eğer Türkiye bu açıdan farklıysa o zaman, AKP kurmayları oy pusularında kendi ambleminin altına “bu mühür, yolsuzluk, rüşvet ve her türlü baskıya da baştan onay vermek anlamına gelir” diye yazsınlar.
HSYK düzenlemesi ve MİT Kanunu yasalaştığında, Başbakanın şahsında devlet imajının daha da kutsallaştırılarak hikmetinden sual olunmaz bir noktaya getirileceğini tüm bu örnekler üzerinden de görebiliriz.
Başbakan Erdoğan’ın ortaya dökülen bütün bilgi ve belgelere rağmen, baskı politikalarını daha da genişletecek kurumsal düzenlemelere yönelmesi, “temsili demokrasinin” varolduğu haliyle de sakatlanmış olan bütün kurumsal mekanizmalarını da biçimsel hale getiriyor. Türkiye, Ortadoğu’nun diktatörlük rejimlerinin bir versiyonu olmaya doğru sürükleniyor.
Erdoğan, hep Menderes’i örnek veriyor ama, Tunus’ta çareyi ülkeden kaçmakta bulan Zeynel Abidin bin Ali’nin sonunu da unutmasın. Böyle gitmek, öyle bir sona da koşmak demektir.
Evrensel'i Takip Et