'Makul şüphe' meselesi (2)

Kirvem,
Yetmiş yedi milyonu sollayan nüfusumuzla övünüp, aynı zamanda da daha düne kadar başımızın başıyken, şimdilerde de cumhurumuzun başının verdiği ferman muci-bince, yani en az “üç çocuk”lu “nüfus planlaması”yla, yakında inşallah yüz milyonu da devireceğimiz bu diyarlarda, birer “yurttaş” olarak bir elimiz yağda, diğeri balda, ohh, keka makamlarında “paşa”lar, “bey”ler, “hatun”lar misali günümüzü gün edip yaşıyoruz çok şükür!
Anayasamızımızın bizlere sunduğu “sosyal adalet” şemsiyesi altında refah ve huzur içinde, kimsenin kimsenin tavuğuna kış demediği, kimsenin kimsenin alın terini, emeğini sömürmediği bu güzelim ülkemizde gül gibi geçinip giderken, diğer taraftan bununla sanki yetinmeyip; sabah-akşam, gece-gündüz dur durak demeden illa da hep beraber ayrıca bir de “kardeş” olduğumuzu papağanlar misali neden tekrarlama ihtiyacını duyuyoruz acaba?
Bu işte bir terslik yok mu?
Var!
Zaten çuvala sığmayan mızrak misali sırıtıp duran bu tersoluk yüzünden ha babam de babam “kardeşlik masalı”nı tekrarlarken, aslında bu sözde kardeşlik “tutkal”ının yapay, gereksiz ve saçma olduğunun hem farkındayız, hem de bu konuda her birimizin doğru veya yanlış kendimize göre “makul sebep”leri var, üstelik amiyane deyimiyle bu sebepler de gırla!
Mesela kağıt üzerinde cafcaflı, süslü maddelerine rağmen, gerçek yaşantımızda bunu adilce karşılamadığı gibi, tam aksine kimi vatandaşlarımızı direkt ya da dolaylı yollarla “resmen” dışlayan bir “anayasa”nın hüküm sürdüğü bir ülkede zırt-pırt “kardeş”likten dem vurmak, olsa olsa boşuna telaş, dikine tıraşın belki de ta kendisi midir ne!
Nitekim, ezelden beri duvarlarında “Adalet mülkün temelidir” diye yazılan bu “adalet sarayları”nda daha düne kadar “makul şüphe” adı altında ne idiğü belli olmayan, affedersiniz “don lastiği” gibi hangi tarafa çeksen o yöne doğru uzayıp kaykılacak bir kavram doğrultusunda güya adalet dağıtıldıktan sonra, bunun doğru olmadığını, uygulamalarda kimi zorluklar çıktığını beyan edip, bunun yerine “somut delile dayalı kuvvetli şüphe” kavramını devreye sokup, ardından da “adalet terazisi”ni bu yolla “idare” ederken, neden sonra bu kez de sil baştan gerisin geri bir tornistanla, tam anlamıyla kocaman bir “U” dönüşüyle tekrar “makul şüphe” hikayesine dönüldüğüne bakılırsa; anlaşılan o ki, “yazboz tahtası”nı andıran bu bizim adalet sistemimizle adalet dağıtmak sadece yüce Tanrı’nın “ilahi adalet”ine kalmış…
Adaletin önemini, mülkün, yani devletin temel taşı niteliğinde değerlendiren bir memlekette adalet kavramı “olmadı pilav, çevir lapaya” mantığıyla, “acemi aşçı”lar elinde bu denli “oyuncak” olursa, o zaman ört ki ölem monşer!
Aslında herhangi bir konu hakkında başımız sıkıştığında milletçe öncelikle kendi sorunlarımızın çaresini, hani nasıl derler “adam” gibi oturup kendimiz bulmaktansa, bitli başımızı kendimiz kaşımaktansa, her zamanki gibi hemen işin kolayına kaçıp, böylece eloğlunun şu ya da bu baptaki uygulamalarından dem vurup, bir bakıma “onlar”ın gölgesine sığınıp oyalanmak, en hafif deyimiyle zavallılığın ta kendisi midir acaba?
Üstelik, el alemin kendi vatandaşlarına “uluslararası” arenalarda gerek “maddi” gerekse “manevi” anlamda sunduğu sürüsüne bereket bilumum olumlu ve insan onuruna yakışan icraatlarını görmezlikten gelip, bunların yerine sadece işimize gelenleri cımbızlayıp öne çıkarmaya kalkışmak, hele hele bu gibi davranışlarla kendimizi güya aklayıp paklayıp, dahası da sıradan bir “Muz Cumhuriyeti” olmadığımızı kanıtlayabilir miyiz, ehh, doğrusu bu hususta “makul şüphe”lerim var Kirvem!

Evrensel'i Takip Et