'Milli hikaye' meselesi (2)
Kirvem,
Şu kırtıpil alemde dağ, vadi, nehir ya da denizlerle sınırlı kara parçalarını, bir zamanlar, yani develerin tellal, kalburların saman içinde olduğu fi tarihlerinde, şu ya da bu şe-kilde “mesken” tutanlar, bu “diyar”ları sanki dedelerinin, babalarının noter tasdikli “tapu”lu malı gibi parselleyip, sonra da “anayurt”, “anavatan” dedikleri bu topraklar üzerinde yaşamışlar…
İrili ufaklı bu “anayurt”larda önceleri tıpkı ana rahmindeki bir “fetüs” gibi yavaş yavaş, ufaktan ufağa gelişip, “normal” ya da “sezaryen”le doğduktan sonra, sırasıyla emekleyip, dadis dadis yürüyüp, neden sonra çıktıkları bu “uzun, ince” yol boyunca daha çok serpilip, böylece şu “cemaat”, falanca “aşiret” feşmekan “boy” derken, nihayet “devlet” mevlet tantanasının peşi sıra, ayrıca padişahlık, imparatorluk, krallıklar mertebesine ulaşıp, dolayısıyla bu işin keyfini paşa gönüllerince sürdürdüleri de ayrıca malum…
Sonra?
Sonra yine bilindiği üzere, bu “cihanşümul”, bu “mütegallibe” tayfası, kendi “hegemonik” yapılarını, kendi “hot-zot”lu buyruklarını, daha mütevazı, deyim yerindeyse daha “gariban” toplumlara önceleri sille tokat, daha sonraları da kılıç, kalkan, top, tüfek eşliğinde, bir bakıma “astığı astık, kestiği kestik” veya “dediği dedik, çaldığı düdük” havalarında dayatırken, öte taraftan bir zamanlar başını çektikleri bu “zorba”lık faslını, günün birinde karşılarına dikilen daha güçlü, bileği çok daha kuvvetli “dayı”lara ister istemez terk edip, ardından da pılı pırtılarını dahi toparlayamadan, alelacele ve nerede olduğu henüz saptanamayan o meçhul “cehennem”in bir bucağına, “ölü devletler mezarlığı”na savrulup yok olup gitmişler…
Gölgeleri heybetli, enseleri kalın bu devletlerin, bu anlı şanlı krallıkların tepelerinde oturan “ağababa”larının “saltanat”ları, eninde sonunda günün birinde zamana yenik düşüp sonlanırken, onların yerine bu kez de “yeniyetme” tufeyliler gelip, aynı şekilde aynı “saltanat kayığı”na binmek istemişler ama, bu “tıfıl”ların hevesleri, “papaz her gün pilav yemez” hükmünce gerçekleşmeyip kursaklarında düğümlenip kalmış nitekim!
Aslında vakti zamanında, yani yüce Tanrı’nın “Ol!” deyip bir “lahza”da, bir “an”da oluşturup “piyasa”ya sürdüğü bu uçsuz bucaksız “evren”de, topaç misali, fırıldak gibi dönüp duran şu bizim kavanoz dipli mini minnacık dünyamızda, “zaman tüneli” boyunca gelip geçmiş, ya da tam aksine geçip gitmemek, “mazi” ye karışmamak için illa da “kazık” çakmaya kalkışmış bilumum toplumların yanı sıra, onların irili ufaklı devletleri de, çarnaçar zamana yenik düşüp, onun girdaplarında, karanlık dehlizlerinde eninde sonunda yer ile yeksan olmaktan kurtulamamışlar…
Kirvem, kırk kısım tekmili birden zaten bilinen bu “masal”ın, bu “hikaye”nin sonu veya gidişatı bundan kellim de hep böyle mi devam eder, yoksa şu kıçı kırık alemde şeytanın bacağını kırıp, dolayısıyla dünya durdukça “ilelebet” yaşamayı sözde “şiar” edinmiş milletlerin bu baptaki “hayal”leri, acaba bir nebze de olsa gerçekleşir mi, bunu, bu andavallı aklımca bittabii ki bilemem, üstelik bu taraklarda bez dokuyacak kadar “müneccim” de deği-lim, ama yine bana öyle gelir ki, ilkokul çağından itibaren okullarımızda okutulan “milli tarih”imize bakılırsa; “kanla, irfanla” kurduğumuz cumhuriyetimiz, önce Allah’ın inayetiyle, sonra da her satırından, her virgülüne kadar milletçe sarılıp hatmettiğimiz “milli hikaye”miz sayesinde giderek daha da yeşerip, gerçekten de dünya durdukça “ebediyet”e kadar yaşayacaktır!
Öyleyse?
Öyleyse, devamı haftaya Kirvem!
Evrensel'i Takip Et