“Hukuk” veya “guguk” devleti meselesi (4)
Kirvem,
Senin de bildiğin gibi, Cumhuriyetimizin kurulduğu ilk günlerden itibaren yazılıp çizilen, zamanla şurasından burasından tıraşlanıp hafif yollu “rektifiye”lerle gele gele nihayet günümüze kadar ulaşan “anayasa”mıza göre; bizler, yani T.C. damgalı “kafa kağıdı” taşıyan ve aynı zamanda da falanca “nümero”lu vatandaş kimliğimizle “tescilli” bireyler olarak anca beraber kanca beraber yaşayıp gidiyoruz!
Kimi vatandaşlarımıza göre, şu anda yürürlükte olan anayasamızın tüm maddeleri bizlerin cinsiyetine, etnisitesine, mezhebine, dinine, imanına, gözümüzün üzerindeki kaşına, alnındaki benine, yanağındaki “şark çıbanı”na bakmaksızın hepimizin hakkına, hukukuna, tuzluğuna, biberliğine varıncaya kadar hepsine “eşit mesafe”de durmayı şiar edinip, bunu da kılı, tamı tamına kırka yaracak, pireyi gözünden vuracak ölçüde özenle, ihtimamla sergilediği için hem “eli yüzü düzgün” , hem de “hukuk”sal anlamda yeterince “makul” bir anayasayken, buna mukabil kimi vatandaşlarımız da bunun tam aksini savunup, dolaysıyla halen “son kullanma tarihi” henüz meçhul olan bu anayasamızın kimi maddelerine “makul şuphe”yle yanaşıyorlar nitekim!
Nitekim arada bir şurasından veya burasından tırpanlana tırpanlana, son zamanlarda da Evropa Birliği’ne yamanabilmek için şu veya bu kılıfa uydurulma gayretlerine rağmen, halen “apolet”li yönünü “koruyup kollayan” bu anayasamız hakkında vatandaşlarımız arasındaki bu “görüş” farklılıklarının mevcudiyeti, yakında bizleri “yeni” bir anayasa ile ister istemez baş başa bırakacağı hayli zamandan beri zaten tartışılıp konuşuluyor ama, bu işin nereye ve nasıl varacağını, biraz da önümüzdeki genel seçimin ardından parlamentonun, daha da doğrusu “iktidar” ya da “muhalefet” cenahının alacakları “parmak sayısı” belirleyecek!
İşin bu “kitabi” faslını geçip “sadede” gelirsek; ben özüm önce alnımı gere gere, sonra da kambur sırtımı anayasamızın 25. Maddesindeki “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz” hükmüne dayayıp, şunu “aççık seççik” belirtmek isterim ki, daha düne kadar başımızın başı başbakanımızken, şimdilerde de cumhurumuzun başı olan muhterem Erdoğan hazretlerinin, son günlerde buyurduğu “guguk değil, hukuık devletiyiz” fermanına canı gönülden,”en kalbi duygular”ımla katılmak isterdim ama, buna, bu “yüce” fermana zerre kadar inanmadığım halde “Amin!” deyip, yalan konuşmak ne yazık ki “fıtrat”ıma tersodur!
Son günlerde, özellikle de yüzlerce vatandaşımızın ölümüne kapı aralayan Soma’daki maden “kaza”sının, daha da doğrusu “ihmal”in hemen akabinde giderek sanki “can simidi” misali sarıldığımız bu “fıtrat masalı”nı geldiği yere gerisin geri postalayıp, ardı sıra asıl konumuza dönersek; Tanrı’nın huzurunda yemin billah ederek şunu açıkça itiraf etmeliyim ki, cumhurumuzun başının “hukuk devleti” olduğumuza dair verdiği bu fetva hakkında; bitli başıma, olmayan aklıma gelip takılan soru ister istemez şu oldu:
“Acaba ne zamandan beri ‘hukuk devleti’yiz ağparik?”
Sahi şu gün şu saat dünya ahvalinde kimi devletler, kimi cumhuriyetler “hukuk” yerine illa da “guguk” devleti olmayı sürdürüp, dolayısıyla bu çayırlarda hâlâ otlanmaya inatla devam ederken, öte yandan bizler, tam da cumhurumuzun başının buyurduğu gibi “hukuk devleti” olmayı acaba ne zamandan beri becerdik ya da nasıl becerebildik, bunun kayıtlı, kuyutlu “noter tastikli” belgelerine göre acaba hangi “tarih”ten itibaren hukuk devletine “transfer” olduk?
Osmanlı ecdadımızla başlayan, daha daha sonraları günümüze kadar uzayıp gelen bu süreç içinde acaba dünkü “Eski Türkiye” yi rafa kaldırıp, bunun yerine silbaştan bugünkü temelini attığımız “Yeni Türkiye” ile mi başladı bu bizim övünüp, gurur duyduğumuz “hukuk devleti” meselemiz?
Yoksa “hukuk devleti” derken boşa mı çene çalıyoruz, bunu da istersen haftaya konuşalım Kirvem!
Evrensel'i Takip Et