Teslim a–la–maz–sı–nız!
Kenan Evren’in siyah beyaz TRT ekranında belirdiği o gün unutulacak gibi değil. Daha bildiri okunmadan, gecenin bir yarısı analarımız dürterek bizleri uyandırmış, “Rabin, asker hat / Kalkın, asker geldi” demişti. Akabinde o lanet bildiriyi dinleyerek ne olduğunu anlamaya çalışmıştık.
Türkiye ve Kürdistan’ın dört bir tarafı tutulmuştu. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Sokaklarda bir tek askeri cemseler vardı. Toplu gözaltılar başlamıştı. Askerler evlere bile girmeden, anonslarla insanları meydanlara çağırıp kimlik kontrolü ile gözaltı yapıyorlardı. Çok az sayıda insan kaçmanın arayışındaydı. Örgütlü olanlar bile davete icabet edip toplanma merkezlerine gidiyorlardı. Direnmenin D’sinden söz etmek mümkün değildi.
Acı ama gerçek olun şuydu: Yürekler kabullenmese de fizikler teslim alınmıştı.
Birkaç gün içinde örgütlü olanlar kendilerine gelip yeniden siyasal ilişkilerine döndüklerinde de, yaptıkları en önemli şey birkaç pullama, bir iki bildiri dağıtmaktan öteye gitmedi. Bu eylemlerde de tanınanlar ihbar ediliyor, gözaltına alınıyordu. İhbar edenler de öyle çok uzakta değildi, özgürleştirmek için yola çıkılan halktı. Bir müddet sonra bu eylemler de son buldu. Kitleler kısa zamanda tamamen sindirildi. Birçok insan cezaevlerine atıldı. Katledilenler oldu.
Halkın öfkesi artsa da o öfkeyi dirence dönüştüren bir filiz henüz yoktu.
O yılları yaşayanlar olarak her birimizin deneyimi en fazla “Direnme Savaşı / Saygon Zindanları” kitabında okuduklarımızdan aklımızda kalanlardı. Bir de üstüne Che Guevera’nın bir iki kitabını okumuş, Faşizme Karşı Birleşik Cephe’den bir iki pasajı ezberlemişsek tamamdı. Elbet literatürümüzde, ’70’li yılların devrimcilerinden de anlatacak birkaç öykü vardı.
Kürt halkının özgürlüğü için yollara çıkmıştık ama kendi halkımızın tarihinden, fedakarlıklarından bihaberdik. Vietnam Direnişi’nin efsanevi tünellerini, Mao’nun uzun yürüyüşünü ezbere bilirdik ama ne Mele Mustafa Barzani’nin uzun yürüyüşünden, ne de Güney ve Doğu Kürdistanlı peşmergelerin efsanevi direnişlerinden haberdardık.
Her birimizi yeniden yaşama bağlayan ilk filiz Diyarbakır Cezaevi’nde boy verdi. Hepimizi onurlandıran, yeniden başımızı dik duruma getiren cezaevi direnişleri, yüreğimizin teslim olmasının önüne geçmişti. Hemen ardından, PKK’nin Eruh ve Şemdinli baskınları geldi.
Bir yandan cezaevlerindeki direnişler, diğer yandan dağdaki mücadele giderek kendi öykülerimizin oluşmasını da sağladı. Artık Saygon Zindanları’ndan, Vietnam Direnişi’nden değil, Diyarbakır Cezaevi’nden, gerilla mücadelesinden, Kürt halkının direnişinden örnekler veriyorduk.
Siyasal ilişki arayışlarımız giderek arttı. Yeniden örgütümüzle iletişime geçmek için çabalarken, insani ilişkilerimizi örgütsel ilişkiye dönüştürmenin yollarını aradık. Bu arada sigara paketi büyüklüğündeki illegal dergilerimizi edinmeye, onları güvendiğimiz insanlarla paylaşmaya başlamıştık. İlk yıllarda önceliğimiz 1 Mayıs olsa bile artık yaşamımızda Newroz da vardı. Dağlarda yakılan Newroz ateşini kentlere taşımakla, bir diğer deyimle siyasal mücadeleyi büyütmekle yükümlü görüyorduk kendimizi.
Çok uzatmayayım.
’80’lerin sonuna gelindiğinde artık siyasal dergiler, gazeteler çıkarmaya başlamıştık. Küçük arkadaş grupları olmaktan çıkmış, binlerle buluşan örgütlü mücadelenin içinde yerimizi yeniden almıştık. Bu yıllarda, yani mücadelenin dağlardan kentlere göğüs göğüse yürütüldüğü dönemde devlet daha da ceberutlaştı. Açık-gizli güçleriyle, kontra çeteleriyle her yerden saldırmaya başladı. Tüm bu saldırılara, katletmelere rağmen dönemin 12 Eylül’den önemli bir farkı vardı. Yüreği teslim alamayanlar artık fiziği de teslim alamıyorlardı. Ölümlere rağmen geri adım atmayan, direnen ve giderek kitleselleşen bir halk gerçekliği vardı.
Tüm bunları niye mi yazdım?
Bugünleri, o yıllarla kıyaslayasınız diye.
Fiziki teslimiyetin yaşandığı yıllarda, hiç deneyimi olmayan devrimci bir nesildik. Ne yazık ki yüreklerini teslim edenlerimiz de oldu. O dönem yürekleri teslim alınamayanlar, direnmeyi öğrenerek teslim olan fiziklerini geri alabildiler.
Bugünküler mi? Onlar hiç teslimiyet yaşamadılar. Doğdukları günden devrimci mücadelenin içinde, kendi öyküleriyle büyüdüler. Daha da ötesi, kendi öyküleriyle milyonlarla buluştular...
Bir daha hatırlatalım; temel sloganı “Ya Man! Ya Neman / Ya Ölüm! Ya yaşam” olan bir nesil artık işin öncüsü. Öyle gazete, televizyon kapatmakla, siyasal mücadelenin önünü kesmekle bu nesli sadece bilersiniz ama TESLİM A–LA–MAZ–SI–NIZ!
Silvan’dan askerler geri çekilirken çocukların nasıl davrandığına bakın, 10-15 yıl sonrasını göz önüne getirin.
Birileri size “Görüştükleriniz son şansınızdır” derken, ironi yapmıyordu...
Evrensel'i Takip Et