Sorun statü, ötesi lafügüzaf
TDK tarafından Türkçeye lafügüzaf olarak adapte edilen Farsça sözcüğün karşılığı, boş laf.
Bakmak gerekir, statüden ötesi cidden boş laf mı? Sorunun tarihsel kaynaklarını özetle de olsa hatırlayalım.
Cumhuriyet öncesinde Mustafa Kemal, yeni vatanın Türklerle Kürtlerin ortak vatanı olacağını belirtir. Bunun için bağımsızlık yanlısı Kürtleri etkisiz kılmak şartıyla Kürtlerin bir kısmıyla ittifak kurar.
1921 Anayasası, bu bakış açısının ürünüdür. Bilirsiniz, 1921 Anayasası etnisiteye kördür. Bu Anayasa’nın 21 maddesinin tek bir yerinde bile Türk kelimesi geçmez.
Devletin ayaklarının yere basmasından sonra kabul edilen 1924 Anayasası ise gizli ajandanın dışa vurumudur. Bu Anayasa, tekçidir, aynı zamanda ret, inkar ve asimilasyon politikalarının hukuki belgesidir.
Tekçiliğe tepki gösteren ve direnen Kürt hareketi 1938’te bastırılan son isyandan 1960’lara kadar pek etkili olamaz. 1960’ların başında yeniden şekillenmeye başlar. Bir yönüyle soldan, bir diğer yönüyle Güney Kürdistan’daki silahlı ayaklanmadan etkilenen Kürtler siyasetlerini ayrı mecralarda ama kısmi olarak iç içe geçmiş bir biçimde sürdürür. Ne yazık ki bu süreç de arada 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine takılır.
12 Eylül, Kürtlerin üzerinden de silindir gibi geçer. Gözaltılar, tutuklamalar, aykırı görünen her bakış açısına inanılmaz barbarlıklar, kısa zamanda son isyanın başlamasına neden olur.
1984’ü günümüze taşıyan koşulları makalenin sınırlarına sığdırmak zor yine de sorunu diyalog ve müzakereye taşıyan dönemi hatırlamak gerek. Bu noktadan baktığımızda görülmesi gereken tarih 1993’tür. Çünkü 1993, PKK’nin ortak vatan vurgusunu öne çıkardığı, sorunun diyalog ve müzakere ile çözümü yönünde adımlar attığı yeni dönemin başlangıcıdır.
Kürt hareketinin diyalog arayışları 1993’ten sonra da hep sürdü. İlk olarak Özal’la, 1996’da Erbakan’la, daha sonrasında Mesut Yılmaz ve diğerleri ile sorunun demokratik çözümü için sürdürülen arayışların hiçbiri ne yazık ki hak ettiği yanıtı bulmadı. 2009’lara gelindiğinde yeni ve giderek etkin olmaya başlayan, cumhuriyetin kurucu mantalitesinden farklı düşünen bir iktidar vardı. Bu iktidar döneminde, yani Erdoğan’ın başbakanlığında durum değişmiş, PKK ile devlet karşılıklı heyetler halinde görüşmelere başlamıştı. Oslo’da yaşanan, heyetler halinde sürdürülen aracısız görüşmeydi ve ilkti. Elbet, Oslo’da bir üçüncü göz vardı ancak taraflar direkt görüşüyordu.
Bu süreçte önemli adımlarda atıldı. Örneğin gerillalar dağdan inip Diyarbakır’a kadar otobüslerle geldiler. Halk, gerillaları sevinçle karşıladı.
Makus talih bir kez daha kendini gösterdi ve 2011’in 14 Temmuzu’nda, Silvan provokasyonu ile bu süreç yeniden çatışmaya evrildi. 2012’nin son günlerine kadar süren çatışmayı herkes hatırlar. Bugünkü kadar olmasa da ağır çatışmalar yaşanıyordu. Şemdinli, Beytüşşebap, Çukurca, Yüksekova’ya askerler karadan intikal edemiyordu.
Artık daha açık biliyoruz ki Oslo Süreci’nin son bulmasının nedeni, esasen Kürtlerin statü isteğinin olmazsa olmaz bir talep olarak öne çıkmasıdır. Devleti yönetenler ana dilinde eğitimi bile statü olarak kavrıyor ve bırakın statüyü, statüye gidecek her olguyu reddediyorlardı.
2012’nin sonunda Suriye krizinin vardığı aşamadan da kendince sonuçlar çıkaran devlet, bu kez yüz yüze görüşmeler yerine kamuoyuna nispeten açık bir sürecin başlamasına onay verdi. Bu sürecin, PKK liderinin Dönemin Başbakanı Erdoğan’a yazdığı bir mektupla başladığını hatırlatmakta da yarar var.
Çokça yazdığımız için ayrıntıya girmeye gerek yok. Nihayetinde 2013’te başlayan ve ilk kez karşılıklı ateşkesin varlığında yürüyen süreç, fiili olarak 2015’in nisan ayında bitse de resmi olarak 1 Kasım seçimleri öncesinde, 23 Temmuz’da devletin Kandil’e gönderdiği uçaklarla sonlandı.
Hiç kuşku yok bu süreci bitiren de Kürtlerin statü talebidir. Devleti yönetenler, kendi belirlediği sınırlarda biat temelli bir çözümü dayattı, hatta bu çözüm karşılığında Türk tipi başkanlık gibi nereye gideceği belirsiz bir yönetimsel anlayışa destek verilmesini istedi. Kürt hareketi merkezi zayıflatıp özerklik temelinde yerelin demokratikleşmesi ve kendini yönetebilmesini talep ederken, devleti yönetenler bırakın merkezi zayıflatacak, tek kişiyi merkez yapacak yaklaşıma destek istiyordu. Tüm bunların üzerine çözümün doğal sonucu olacak demokratikleşmenin AKP’nin iktidarını tehlikeye sokacağı görülünce, süreç bitirildi.
Peki, bu ülkenin ordu ve emniyet gibi güvenlik kurumları tüm yaşananlar açıkken iktidara neden destek verirler? Neden, evrensel hukukun suç saydığı fiilleri gözü kara bir biçimde işlerler?
Açık diyelim; emniyet teşkilatı bu iktidar döneminde şekillenmiştir ve ideolojik olarak iktidarın yanındadır. Aynı yaklaşım, uzmanlık üzerinden orduya alınan er ve eratın önemli bir bölümü açısından da geçerlidir. Kendini bu ülkenin tek sahibi gören ordunun üst kademesi açısından da Kürtlerin statü taleplerinin karşılık bulmaması, iktidara destek vermenin temel gerekçesidir.
Hal böyle iken sonucun ne olması beklenir?
Artık cin şişeden çıktı. Kim ne yaparsa yapsın öyle ya da böyle statü kaçınılmazdır. Er veya geç Kürtler statülerini elde edecekler.
Evrensel'i Takip Et