Bir kez daha ‘birleşik mücadele’ üzerine!
Dünya, bölge ve ülke bazında yaşanan gelişmelerin değişkenlik hızı, güncel-popüler olanlarla onların da bir biçimde bağlandığı daha kapsamlı, orta ve uzun dönemde daha belirleyici etkilere sahip olan siyasal-sosyal ve iktisadi olgu ve gelişmelerin anlamını örtecek bir işlev görmekte; işçi sınıfının, emekçilerin, ezilen halkların can bedeli mücadelelerle elde ettiği kazanımların tümüyle ortadan kaldırılmasına hizmet eden sermaye politikalarına karşı mücadelenin büyük önemini gölgeleyebilmektedir. Güncel-aktüel ve dönemsel gelişmelerin ülkeler yönünden gösterdiği farklılıklara karşın, dönemin uluslarararası baskın özelliği burjuva devletleri-hükümetlerinin saldırılarının genişleyip boyutlanmasıdır. İşçi ve emekçi hareketinin böylesi bir dönemdeki asıl özelliği ise, parçalı ve geri düzeyde seyretmesidir.
Dönemin bu özelliği, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halkların özgürlük, demokrasi ve hak eşitliği başta olmak üzere sömürü ve tekelci burjuva baskısına karşı mücadeleyi ilerletecek, mücadele güçlerinin direniş gücü, yeteneği ve kararlılığını takviye edecek araç, yöntem ve taktiklerin geliştirilmesini zorunlu kılar. Böylesi dönemler açık olmalıdır ki ilk kez yaşanmıyor. Ayrıca, aralarında Fransa, Yunanistan, Portekiz, İspanya, İtalya, Latin Amerika ülkeleri, Mağrip bölgesi ülkelerinin de bulunduğu çeşitli ülkelerde birçok kez kitlesel ve ülke düzeyinde grev, direniş ve protestolar yaşandığı; bu ülkelerde hükümetlerin kitle protestoları karşışında zor anlar yaşadıkları da doğrudur. Ancak, son otuz-kırk yılın emekçi hareketi yönünden öne çıkan başlıca özelliği, hareketin istikrarsızlığı, parlayıp sönmesi ve parçalılığıdır. Hareketin bu özelliği ülkemiz yönünden daha da belirgindir, ve bunun iç ve uluslararası birçok etkeni vardır.
Türkiye, uluslararası alanda toplumsal bakımdan en hareketli ülkelerden biridir ve birden fazla ulusun, çeşitli ulusal ve etnik toplulukların, farklı inançlardan toplumsal kesimlerin “birlikte yaşadığı” bir ülke olması etkenlerden biridir. Bu etken ama aynı zamanda, ve yönetici burjuva azınlık tarafından halk(lar)ın birbirlerine karşı kullanılması yönünde istismar edilerek haince kullanılabilmektedir. Ülkenin toplumsal gerçekliği hakkında ortalama bilgi sahibi herkes bilir ki, daha kuruluşundan başlayarak Türk burjuva devletini yönetenler etnik ulusal-dini ve mezhebi farklılıkları iktisadi-sosyal çıkarları yönünde istismar ederek “azınlıklar”a karşı gerici-ırkçı ve hurafi bir gelenek oluşturmuşlar; kitlelerin küçümsenemez kesimlerini bu politikaları yönünde etkileyebilmişlerdir. Tüm cumhuriyet dönemi boyunca sürdürülen bu politika son on yıllarda, özellikle de 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki sağ gerici ve faşist hükümetler döneminde zincirlerinden iyice boşanmış; “demokratikleşme” demagojisiyle işe başlayan Erdoğan yönetimindeki AKP hükümetlerince pervasızca yoğunlaştırılmış ve içinde bulunduğumuz dönemde açık terörle eşitlenir bir yönetme politikası haline gelmiştir. Saldırgan, şöven milliyetçi ve kapitalist politikalara bağlanmış dini-şeriatçı yobazlık olarak belirginleşen bu savaşçı ve yayılmacı politikanın bölgesel ve uluslararası güç ilişkilerine bağlı olarak bir süreden beri ciddi engellerle yüzylüze kalması, Suriye, İran ve Rusya ile değil sadece, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist ülkeler ile çelişkilerinin yarattığı engeller yeni manevraları gündeme getirmiş olmakla birlikte; şöven milliyetçi, din istismarcısı ve terörist saldırgan niteliğiyle içeride hak talebinde bulunan ve hakları için mücadele etmeye yönelen ya da bu yönde eğilim gösteren herkesi düşman safında görüp-gösterip hedef almaya devam etmektedir. Etkenlerinden biri de, uluslararası alanda hakim olan antidemokratik saldırı politikasıdır. İnsan hak ve özgürlükleri üzerine, halkların eşit haklara sahip olarak barış içinde yaşamaları üzerine burjuva “hassasiyeti”nden söz edilemeyecek bir dönemde bulunuyoruz. Hemen her ülkede, tekelci burjuva yönetimler halkları saldırgan politikalarla susturmaya çalışıyor; Türkiye gibi ülkelerde vahşet boyutundaki saldırganlık ve barbarlığı ise, “alış-verişte görülme” hesabına açıklamalarla geçiştiriyor; bu da Türkiye yönetenleri için dolaylı destek olmaktadır. Uluslararası gelişmeler, sömürülüp ezilenlerin, hakları gaspedilen ve eşitlik talepleri yıkım ve yok etmeyle karşılananların kendilerinin ve farkında olup olmamalarından bağımsız olarak kendileriyle benzer durumda ya da farklı biçimlerde hak yoksunluğu içinde olan, yaşam standarları bakımından en altlarda sürünenlerin birleşmeleri ve mücadelede bir araya gelmeleri dışında kimseden beklenti içinde olmamaları gerektiğini belki de milyonuncu kezdir açık hale getirmiştir. Böyle olduğu, en azından kendilerine ilerici, devrimci, demokrat ve sosyalist diyenler açısından net olmuş olmalıdır.
Çarpıcı gerçek, özellikle bu sonuncuların farklı gerekçelerle birbirlerinden ve daha da önemlisi mücadeleye eğilim gösteren, parçalı da olsa çeşitli direnişlerle hak arayışına giren, ya da Kürt direnişi gibi hâlâ ülke ve bölge bazında demokratik mücadelenin büyük potansiyelinin en aktif ve kitlesel unsurunu oluşturmayı sürdüren güçlerle, bir demokrasi-hak eşitliği, terörist saldırganlığı püskürtme ve barış için mücadele birliği oluşturmaktan uzak durmaya devam etmeleridir. Bir araya gelmenin, birlikte olmanın gerekliliği ve hatta zorunluluğu üzerine açıklama ve söylemlere karşın, pratikteki durum henüz bu geri durumu aşmamıştır. Son günlerde barış ve demokrasi için birlik için yapılan toplantılar bu yönde ileri bir adım olmakla birlikte, bunun pratikte somut bir güç birliğine dönüştürülmesi olmaksızın geniş helk kesimlerindeki umut kırıklığı ve “ne olacak?” endişeşi devam edecek, mücadele cesaretinin kırılması için gaddarca sürdürülen kara propaganda ve polis-jandarma saldırısının daha da yoğunlaşmasının önü kesilemeyecektir. Devlet ve hükümet politikalarıyla birleşen bombacı terör ve yıkımın ileri kesimler dahil halk kitlelerinde yarattığı endişeyle birleşen daha büyük saldırıların yolu böylece açık olacak, işçi-emekçi hareketinin geri düzeyi ve parçalı halinden cesaret alan Erdoğan yönetimi, gerek iktisadi satın almalar ve tekelci yağmadan rant dağıtımıyla gerekse dini istismarla yedeklenmiş toplumsal kesimlerin daha da bağnazlaştırılmış yaşlı ve yeni yetiştirilen “kindar ve dindar” kuşaklarının desteğinde ülkeyi insan mezbahasına çevirme politikasında daha az ve dağınık “engeller”le karşılaşmasının kolaylığını yaşayacaktır.
Buna oysa olanak tanımamak gerekir: Bu da, sömürülüp-ezilenlerden; halkarı gaspedilen ve baskı altında sindirilmeye çalışılanlardan yana ve Kürt, Alevi ve öteki tüm “azınlık”lara uygulanan yok sayıcı ve imhacı politikalara karşı olanların, birleşme gerekliliği söylemini birleşme-birlikte mücadelede yer alma pratiğine dönüştürmelerini ya da onunla bütünlemelerini ACİL GEREKSİNİM haline getirir. Mücadeleci sendikacılar, tek tek ilerici aydınlar, kendilerine “sosyalist”-devrimci ve ilerici diyen farklı “sol” grup, parti ve çevreler, CHP’nin “demokrat”ları; ÖDP’nin “Birlmiş Haziran”ı bundan uzak dururlarsa, eski sözcükle yaşananların vebalini de üstlenmiş olurlar. İç savaş ve sıkıyönetim üzerine isterik çığırtkanlığın ayuka çıktığı bu dönemde, “ayrı durma gerekliliği” üzerine söylem ve sözde gerekçelerin hiçbir geçerliliği ve haklılığı olamaz.
Evrensel'i Takip Et