03 Kasım 2016 00:45

Korku

Korku

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Çocukluğum Sultanahmet’te geçti. Babam Sultanahmet’in iki mahallesinden biri olan ve bugün tramvay yolu ile sahil arasında kalan Cankurtaran Mahallesi'nin muhtarıydı. Babamdan sonra muhtarlık, padişahlık gibi ama seçimle, önce amcama sonra halama geçmişti. 

Dedemin evi ile ünlü Sultanahmet hapishanesi aynı sokağın iki tarafındaydı. Zorla yatırıldığımız öğlen uykularından çoğunlukla mahkumların sloganlarıyla uyanırdık. Halam “Siyasiler” derdi bağıranlar için. Sonra mahkum odalarının pencerelerine briket ile duvar örüp mahkumları karanlığa mahkum ettiler. Çocuk aklımızın vicdanı ile üzülmüştük. “İrfan Vural ziyaretçi kılığında Sultanahmet Hapishanesinden kaçtı” haberi Ahırkapı sahilinden Bizans surlarına kadar olan İstanbul sınırlarında dalga dalga yayılmış, söylemesek de, örülen duvara tepkiden midir hatırlamıyorum, gizli gizli İrfan Vural’ı tutmuştuk. 

İlk filmimi de burada çevirmiştim. İkiz kardeşimle hapishane kapısında oynarken bir adam sağa sola “İki çocuk lazım! İki çocuk bulun” diye bağırıp, çağırıyordu. Sonradan “Yönetmen” olduğunu anladığımız adamın emirleri ile iri yarı bir adam kolumuza yapışmış “Tutun şu ablanın elini” diye bizi bir ablaya emanet etmişti. Abla, hapishanedeki kocasını ziyarete gelmiş yoksul bir kadın rolü yapan Türkan Şoray’dı. Elimize yapıştı. Yönetmen durumu son anda fark edip “Bunlar fazla düzgün” dediği için kazaklarımız çıkartıldı. Görüntümüz babası hapiste olan yoksul aile çocuğuna benzetildi. Babam sinemacı olduğundan ve dönemin Türk filmlerini en az 3 kere izlediğimizden duruma fazla yabancı değildik ama yönetmenin “Kameraya bakmayıııın” uyarılarına rağmen gözümüz parlak ışıklara kayıyordu. 

Kamerayla ikinci ve son kez karşılaşmam yıllar sonra yine hasta çocuğunu tedavi ettirebilmek için Anadolu’nun bir köyünden İstanbul’a gelen ve hemen herkes tarafından kazıklanan, aldatılan bir Türkan Şoray filminde oldu. Yanında yaz tatillerinde çırak olarak çalıştığım tornacı Aydın amcanın bana tahsis ettiği mobilet marka motosikletle, o zamanlar Zuhuratbaba stadı olarak Yüce Spora ve mahalle gençlerine hizmet veren, sonra lunapark ve  şimdilerde koca binaların betonlaştırdığı çirkin saha olan caddeden geçerek eve giderken yakalanmıştım yönetmenin bağırışlarına; “Şu motorluyu tutun. Ben geç dediğimde yoldan geçsin.” Bu kez tecrübeliydim ve kameraya bakmadan başarıyla tamamladığım 5 saniyelik rolümü sonradan beyaz perdede izlediğimde kendimle gurur duymuştum.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Demokrasi, millet iradesi” diye bağıranlar üniversitedeki çarpık rektörlük seçimlerine bile katlanamazken, oyların yüzde 50’sini değil, yüzde seksenden fazlasını alan bir adayı rektör atamazken, büyük oy çoğunluğu ile seçilmiş belediye başkanlarının yerine devlet memurlarını atarken, ülkenin sadece Güneydoğusunda değil hemen her bölgesinde ciddi bir savaş ve bomba tehlikesi yaşanırken, ülkeyi yönetenlerin “Başkanlık gelirse (CHP) de gelmezse (AKP) de ülke bölünecek” türü korkutmaları, şantajları havada uçuşurken, insanlar haksız yere tutuklanıp aylarca sorgusuz sualsiz hapishanelerde tutulurken, gazeteler, dergiler kapatılıp, silahlı lümpen çeteleri siyasetçilere saldırırken, senin 2 filmlik artistliğinden bize ne?
Öyle demeyin. 
Zaman, basında özgürce çiçekten, böcekten, anılardan bahsetme zamanı.
Maazallah… 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa