10 Aralık 2017

Çağlayan'dan Kudüs'e… Entelektüelin sorumluluğu

Salı sabahı erken saatlerde özel bir derse hazırlanır gibi giyinip adliyenin önünde buluştuk. Ne zamandır görmediğimiz arkadaşlarımız, sınıftakinin aksine sabah mahmurluğundan eser olmayan gözlerle bakan, yaratıcılıklarıyla gülümseten öğrencilerimiz, üzerimizde çok emeği olan güç vermek için gelen hocalarımız… Duruşmalardan ziyade akademik bir şölen için buluşmuş gibiydik. Kuşkusuz bu Çağlayan’daki ilk büyük buluşmamız değildi. Geçtiğimiz yıl imza attığımız “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisinin ardından akademisyenlerin uğradığı hak ihlallerini 10 Mart’ta kamuoyuyla paylaşan üç arkadaşımız beş gün sonra ifade için çağrılıp tutuklandıklarında yine böyle bir kalabalık, dışarı çıkartıldığımız adliye binasının soğuk duvarlarına, camlarına bağırarak sesimizi duyurmaya çalışmıştık. Çağlayan’ın gölgesiz, yakıcı sıcağına da, insanın içine işleyen sert rüzgarlarına da alıştık. Belli ki bu yılımız da orada geçecek.

Salı günü başlayıp yoğunlukla perşembe günü devam eden duruşmalarda bizler dayanışma için o ağır cezadan bu ağır cezaya koşarken avukatlar da her heyete ayrı ayrı davanın hukuksuzluğunu anlatmaya çalıştılar. Savunma yapan bir akademisyen sağlık sorunları bulunduğu halde geldiğini çünkü beraat çıkacağını umduğunu ifade etti. Mahkeme başkanı şakayla yollu ellerinde hiç beraat kararı kalmadığını söyledi, sanki arkada raf varmış gibi eliyle göstererek. Duruşmaların tümünden çeşitli tarihlere erteleme kararı çıktı.

Akademisyenler şaşkın, barış istemenin “terör örgütü” propagandası gerekçesiyle yargılama konusu olmasını kimse hazmedemiyor. İşlerini yapacak, araştırmalarına odaklanacak yerde sürekli avukatlarıyla istişare halinde ve sürecin ne kadar uzayacağının belirsizliğinden yılgın olmakla birlikte bir arada olmanın coşkusu moralleri tazeledi. Bu dava süreci dayanışmayı güçlendirdi, sözümüzün gücüne ve haklılığına olan inancımızı pekiştirdi. İddianameyi hazırlayan savcı da, kabul eden mahkemeler de yarın bunu sağladıkları için kendilerine pay çıkarabilirler. 

Bizler için savunma kısmı çok zorlu değil, ne de olsa zaten her derste konu ister istemez ifade özgürlüğü, ayrımcılık ve insan hakları konularına geliyor, çalıştığımız yerden esprisi yapmayacağım çünkü hangi alanda çalışırsak çalışalım zaten işimiz ve mesleğimizin sorumluluğu bunu gerektiriyor. Bizleri yargılamanın saçmalığı, akademik özgürlüğün yok sayılması bir yana,bu yargılamaların kamu kaynaklarının israfı olduğunu da yine bir akademisyen söyledi mahkeme heyetinin yüzüne.

Tüm bunlar olurken Zarrab’ın tanıklığına odaklı gündemde bir de Kudüs perdesi açıldı. ABD Başkanı Donald Trump muhtemelen iç gündemde sıkıştığından İsrail-Filistin barışını dinamitleyen bir kararla Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını ilan etti. İşler kötü giderse ihale kendisini bu kararı alması için cesaretlendiren damadı Jared Kushner’a kalacak gibi. O da bizim için tanıdık bir siyasetçi profili sergiliyor, basına sızan bir diyalogda İsrail-Filistin barışı için “Tarih dersi almak istemiyoruz. Yeterince kitap okuduk. Bu durumu sonlandırmanın yolunu nasıl buluruz, buna odaklanalım” dediği iddia ediliyor (TheGuardian, 7 Aralık 2017). Çarşamba günü alınan kararın sonuçları cuma görülmeye başlandı. Gazze’de protestolar sırasında iki kişi öldü, İsrail’in düzenlediği hava saldırısında aralarında çocukların da bulunduğu 25 kişinin yaralandığı açıklandı. 

Aranan akademik özgürlük meğer Erzincan’daymış

“Hiç sevilmeyen bir davayla bağlantımı ilan etmekten çekinmedim” dedi Edward W. Said, Columbia Üniversitesinde edebiyat profesörüydü, 1967 Arap-İsrail Savaşı onu Filistin davası konusunda aktiviste dönüştürdü. Yıllarca bu konu üzerinde çalıştı, yazdı. Çağlayan koridorlarında beklerken hem de birinci intifadanın 30. yıl dönümünde, Said’in 1999’da Commentary dergisinde “terör profesörü” ilan edilmesi geldi aklıma. Dergi ayrıca kendisini Filistinli mültecilerin durumunu çarpıtmakla da suçlamıştı. 2003 yılında 67 yaşında hayatını kaybeden Edward W. Said bugün Kudüs’ün başkent ilan edildiğini görseydi Oslo barış sürecinden beri her seferinde haklı çıktığını, yapılan her şeyin “İsrail’in hiçbir şey kaybetmemesi ve Filistin halkının yok sayılması” üzerine kurulu olduğunu tekrar ederdi belki daha güçlü bir şekilde. En çok 2000 yılında Lübnan sınırında İsrail askerlerinin bulunduğu tarafa taş atarken çekilen fotoğrafıyla bilinir. Columbia Üniversitesinde Yahudi öğrenciler Said’in görevden uzaklaştırılmasını ister, Rektör Jonathan R. Cole’ün cevabında bugüne dair çıkarılacak epey ders var:

“Bir üniversite için, siyaseten egemen ideolojinin pasifleştirici etkisinden korkmadan görüşlerini ifade etme özgürlüğüne sahip bireylerin söylem özgürlüğünü korumaktan daha temel bir şey yoktur… Eğer biz Profesör Said’in özgürce yazıp konuşma hakkını inkar edersek bundan sonra kim susturulacak, ceza korkusu olmadan aklındakileri söyleme hakkına kimin sahip olduğunu belirleyen engizisyoncu kim olacak; bunları da şimdiden düşünmeye başlamamız gerekir.” (açıklamanın tamamı için Üniversite ve Özgürlük: Edward Said ve Columbia Rektörü, Bianet, 14 Ocak 2016)

Edward W. Said hedef haline gelirken bir entelektüelin temsil ettikleri üzerine kafa yoran bir yazar ve teorisyendi. Reith Konferanslarında “Entelektüel bireyin hangi partiye yakınlık duyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse gelsin ve kendini aslen neye bağlı hissederse hissetsin, insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerektiğini” söyledi. Evrenselliğe vurgu yaparken onu “Çoğunlukla başkalarının gerçekliğini görmemizi engelleyen birer perde işlevi gören, yetiştiğimiz ortamın, sahip olduğumuz dilin ve milliyetin sağladığı ucuz kesinliklerin ötesine geçebilme riskini göze alabilmek demektir” diye tanımladı.

Tüm bunlara kafa yorup ödenen bedellerin entelektüel sorumluluğun bir parçası olduğunu düşünürken sevinçli haber Erzincan’dan geldi. Aranan akademik özgürlük sonunda bulunmuştu. Yalnızca içindekiler ve kaynaklardan kopyala-yapıştır bilgiler içeren Meriç Aybar’ın doktora tezine ilişkin açıklama yapan Erzincan Üniversitesi Rektörü Prof. İlyas Çapoğlu, değerlendirmeyi bir hakem heyetinin yapacağını çünkü akademik özgürlüğün olduğunu söyledi. Bir kez daha gördük ki akademide intihal yani hırsızlık serbest, başkasına tez yazdırmakta sakınca yok, hatta tez yazmadan doktor olabilmek mümkün ancak barış istemek, ifade özgürlüğünü savunmak, eleştirel düşünceye teşvik, hak mücadelesine destek ve sendikal mücadele yasak hatta derhal atılma sebebi. Olan biteni sessiz kalarak geçiştirmeye, konforunu kaybetmemeye hatta bunu ‘güya’ bir mücadele biçimi olarak göstermeye çalışanların sayısı ise hayli fazla. 

İfade özgürlüğü ile doğrudan bağlantılı akademik özgürlüğün savunusunun akademide dahi bu kadar az destek bulması yalnızca bizler için değil herkes için çok vahim. Cumhurbaşkanı Erdoğan Yunanistan ziyaretinin sonunda Gümülcine’de yaptığı konuşmada “Düşüncesine güvenen düşünce özgürlüğünden korkmaz” dedi. Bununla birlikte size bu yazıda iki müjde vermiş sayılırım, iyi haftalar dilerim.

Evrensel'i Takip Et