Erdoğan’ın Fransa ziyareti öncesi tartışmalar başlamıştı. Macron’un Türkiye’deki insan hakları ihlalleri özellikle de basın özgürlüğünün kısıtlanmasına yönelik eleştirilerde sözünü sakınmayacağı muştulanmıştı. Nitekim iç kamuoyuna verdiği sözü tuttu. Her ne kadar iktidar medyasının bir kısmı bundan hiç söz etmese de, ana akım haberin altlarına itelese de Macron Türkiye’nin insan haklarına ve hukuk devletine bağlı kalması gerektiğini söyledi. Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Örgütü verilerinden hareketle hapisteki gazetecileri ve başta Osman Kavala olmak üzere sivil toplum örgütleri temsilcilerini andı, hatta Fransa-Türkiye arasında ortak bir anlaşmayla kurulan Galatasaray Üniversitesinde öğretim elemanlarının yaşadığı sıkıntılara dahi değindi. 

Görüşmeyi Türkiye’deki büyük medyadan okursanız “Erdoğan’dan AB’ye tepki”, “Ne olur bizi AB’ye alıverin diyecek halimiz yok”, “Erdoğan Avrupa’ya Paris’ten mesaj verdi!” Fransa’dan okursanız “Macron’a göre, Türkiye’deki son gelişmeler AB ile ilişkilerde herhangi bir ilerlemeye izin vermiyor” (Le Monde), “Macron Erdoğan karşısında AB kapısını kapattı” (Le Figaro, Le Point, Mediapart), “Macron insan hakları konusunda aynı fikirde olmadıklarını Erdoğan’a ilan etti” (Le Parisien).

Erdoğan Macron’un kendisine ilettiği isimler hakkında bilgi verecekmiş, hapisteki isimlere dair de “Terörü sulayan bahçıvanlar” ifadesini kullandı, şaşıran olmuş mudur bilmiyorum ancak buradaki gazetecilerle diyalog şeklini oraya da taşıyıp, birkaç gazeteciyi fırçaladıktan sonra oradaki meslektaşlar da kendilerine gelmişlerdir elbet.

Neyse iş bir taraftan tatlıya bağlanmış, füze savunma sistemine yönelik ikili ve İtalya’nın da dahil olduğu üçlü anlaşmalar konusunda adım atılmış. Sinop Nükleer Santrali hatta tarım ürünleri ve et ihracatı bile konuşulmuş. Bu konular benim takip ettiğim kadarıyla Fransız medyasının çok ilgisini çekmemiş.

Macron havalı bir lider. Geçen mayıs ayında Brüksel’de NATO zirvesinde kendisine kollarını açan Trump’ı es geçip önce Merkel ve diğer Avrupa liderlerine sarılarak bunu tüm dünyaya göstermişti. Gerçi, Le Point dergisine verdiği mülakatta “dünya lideri olmak havalı bir şey değil, Erdoğan’la 10 günde bir konuşmak zorundayım” da demişti ama ticarette pardon siyasette olur öyle şeyler. Hem Erdoğan ziyaretiyle birlikte Türkiye üzerinden basın özgürlüğü vurgusu yaparak iç kamuoyundaki eleştirileri de bir nebze sakinleştirdi. Zira geçtiğimiz hafta seçim dönemine yetişmek üzere internette yalan haberleri (fake news) önlemek için bir yasa çıkaracağını açıklaması epey tepkiye neden oldu. 

Hakikatin efendisi kim olacak?
Yeni yıl mesajıyla birlikte Fransa gündemine düşen bu yasa projesi iki şeyi öngörüyor. İlki internette şeffaflık sağlamak yani internet siteleri, mali kaynaklarını, sponsorlarını açıklamak zorunda kalacaklar, ikincisi yalan haber üretenler engellenecek. Macron bunun demokrasiyi korumak için bir zorunluluk olduğunu söylüyor ancak asıl derdinin 2017 seçimlerine Rusya’nın müdahalesi söylentileri ve o dönem kendisi hakkında dolaşıma sokulan yalan haberler olduğu biliniyor. Hatta seçim sonrası Putin’in ziyareti sırasında Versailles’da Russia Today (RT) ve Sputnik’i açık açık propaganda yapmak ve yalan haber yaymakla suçlamıştı. 

Macron’un çıkarmak istediği yasaya ilişkin ciddi eleştiriler söz konusu. Bunların en güçlüsü kendisini ifade özgürlüğünü kısıtlamakla suçlayan rakibi milliyetçi Marie Le Pen’den gelse de yalan ve gerçek ayrımını kimin yapacağı konusu toplumun her kesiminde tartışma yarattı. Macron’un medyayı kontrol altına alma hevesi seçildiği günden beri hissediliyordu ancak gerçeğin ne olduğuna karar veren bir otorite, işte bu pek çok liderin aklına gelmeyen bir hamle olabilir (?)

Dönüp dolaşıp yine geldik, geçtiğimiz aylarda Tim Wu’nun makalesi vesilesiyle bahsetmiş olduğum “İfade özgürlüğünün kendisi ifade özgürlüğünü tehdit ediyor mu, ediyorsa ne yapmalı?​” tartışmasına. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü Genel Sekreteri Christophe Deloire ifade özgürlüğüne dair istisnaların bulunduğunu reddetmiyoruz ancak yalan haberle mücadele için asıl kafa yorulması gereken “ifade özgürlüğünden ödün vermeden gazeteciliği nasıl teşvik edeceğimiz olmalı” dedi. Ancak görülen o ki iyi gazeteciliği teşvik hiçbir iktidarın işine gelmiyor. Birbirleriyle pek çok konuda anlaşamasalar bile kendilerini eleştiren medyaya karşı hislerinde ortaklaşabiliyorlar. Kaldı ki yalan ve gerçek ayrımı ya da yalan haberlerin önlenmesi mücadelesini siyasetçilerden beklemek ihale kovalayan medya patronundan basın özgürlüğünü savunmasını beklemekle aynı şey. 

Not: En yakınımızda olsa dahi neyin gerçek neyin yalan olduğunu ayırmakta zorlandığımız bu günlerde “yalan söylemek, esasen, kabahat içermeyen bir ihlale dönüştü” diyen, post-truth kavramını 2004’te, popüler olmadan çok önce,ortaya atan Ralph Keyes’in Hakikat Sonrası Çağ: Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma adlı kitabını okumak iyi gelebilir. Deli Dolu, Tudem Yayın Grubu tarafından kasım ayında Deniz Özçetin’in çevirisiyle yayımlandı. “Tarihi bilmek için Payitaht Abdülhamid’i izleyeceklerin” Keyes’e kulak vermesinde özellikle fayda var.

Evrensel'i Takip Et