Çürüme ve kaosta boğulmamak için!
Bir toplumda bünyesel çürümenin düzeyi, sadece yönetici konumda bulunan büyük mülk ve sermaye sahipleriyle onların politik-askeri vs. temsilcilerinin gerçekleri karartma tutumlarıyla değil, yönetilenlerin buna karşı tutumuyla da belirginlik gösterir. Son yılların ülke, bölge ve dünya “manzaraları”, toplumsal bozulma, çürüme, çöküş belirtilerinin bütün kapitalist ülkelerde büyük bir yığılma oluşturduğunu gösteriyor. Türkiye ise, bu bakımdan hayli üst sıralarda yer alıyor.
Kadınlardan biri ya birkaçının katledilmediği gün neredeyse yoktur. Çocuklara cinsel “taciz” cinayetleri aynı şekilde günlük haber bültenlerinden eksik olmuyor. Yalnız yaşlıları katledip basit ev eşyalarını çalanlar az değil. Çeşit çeşit kılıklı adamlar televizyon ekranlarına çıkıp 6 yaşında kız çoçuklarıyla evlenilebileceğini söylerken, sözümona daha yetkin kurum olduğu ileri sürülen Diyanet adına bu sınır 9 yaşa çekilebiliyor. Biri, “peygamber terliği” satarak, bir başkası “Reis”ini peygamber ilan ederek, daha başkası kadınların erkekler tarafından şiddete uğramasının “Allah emri olduğu”nu vaaz ederek, kendilerince “vizyon oluşturuyor”lar. Dur durak yok, tefessühte(çürümenin en kokuşmuş hali) sınır yok.
Yalan en yetkin ilişki biçimi ve yönetme “sanatı” haline getirildi. Herhangi bir gazete muhabiri, burjuva iktidarının sözcü ve temsilcilerinin bir günlük ya da bir haftalık konuşmalarını, açıklamalarını, onların izinde yürüyen basındaki “yağdanlık” takımının yazıp söylediklerini izlese, binlerce yalanın ard arda sıralanmasıyla oluşturduğu bir kitap bile çıkarabilir. Kapağına “Yalan sanatı” diye ad da koysa, satış rekorlarına dahi ulaşabilir.
Yalanın, riyakârlığın, ihbarcılığın, “kazık atma”nın, güç önünde takla atmanın, yurttaşların emeğinin ürünü olarak varlık kazanan değerler adına ne varsa üzerinde tepinmenin, yönetici erk tarafından yürütülen politikaların halk kitlelerine zarar verdiğini bile bile onlara övgüler düzmenin bunca zirve yaptığı bugünkü gibi dönemler, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman ülke ve halkı yararına sonuçlar doğurmamış, aksine, batmaya, kaosa, iç kargaşa ve çatışmalara sürüklenmenin habercisi olmuşlardır. Tüfeğini alının sokağa çıkıp birilerine sıktığı büyük kentlerin durumu bir veridir. Mafya ve kontrgerilla tetikçileri kentleri haraca kesmekte, sermaye iktidarına muhalefet edenlere karşı “kanlarıyla banyo yapma” tehdidi savurarak terör estirmekte; Ağar-Eken tedrisatından geçmiş gizli servis ve özel kuvvetlerin temsilcileri, “güvenlik uzmanı” adı altında ve devlet korumasında halk kitlelerine, özellikle de Kürtlere karşı psikolojik savaş taktikleriyle „“komando devşirme”ye devam etmektedirler. Türkiye’de, 2016 yılı istatistiklerine göre, her gün en az 48 kasten öldürme davası açılmıştır ve yıl toplamında bu miktar 17 bin 856 dosyaya çıkmıştır. Buna “kim vurduya giden”ler; “terörist ve vatan haini” denerek öldürülenler ekli değildir. Ve, ülkenin başındaki büyük sermayenin temsilcilerinin, “iç savaş” uyarısı yapanlara, “çıkarsa çıksın ezer geçeriz!” yollu büyüklenmeleri, gelecek günlerin “alameti farikası”nı haber vermektedir.
Ülkeyi yönetenlerin, burjuva kesimler açısından bir tür uzlaşı ifadesi olan yasaları dahi geçersiz ilan ettikleri ve kendi politikalarının gayrı-meşruluğunu yasa haline getirdikleri bir dönemden geçiliyor. Askeri politika baş tacı edildi. Afrin gibi küçük bir kente karşı, dünyanın en güçlü ordularından birine sahip olduğu söylenen bir devletin topyekün saldırısıyla “sağlanan başarı”, baş döndürücü bir manipülasyon silahına dönüştürüldü. “Biz gitmesek onlar geleceklerdi”, “Amaçları Anadoluyu işgal etmekti”; “ DEAŞ’lılar kılık değiştirip PKK-YPG saflarında savaşıyorlar” tetikleyici asparagas haber ve propagandayla Suriye topraklarında sürdürülen savaş için yandaşlık güçlendirilmek isteniyor. Bu, sonrası için de –”bekleyin bakın ne göstereceğiz” türünden tehditler devam ediyor- içerde ve dışarda bir dayanak, payanda ya da kalkış mevzii olarak kullanılmak isteniyor.
Ülke ve halk kitleleri Afrin’in zaptı marşlarıyla “makasa alınmışken”, ekonomik-sosyal ve siyasal saldırıların azalacağını; bunun “milli ve yerli mutabakat için gerekli olduğu”nu düşünenleri hayal kırıklığına uğratan gelişmeler birbirini izliyor. Petrol ve dolayısıyla diğer ürünlerin zamlanması devam ediyor. Savaş harcamalarının vergi ve zam olarak yurttaşların başına yağacağını bilmeyen varsa, saflığına yansın! İşçi ve emekçilere karşı sermaye çıkarlarınca belirlenen politika doğrultusunda sosyal-ekonomik saldırılar hız kesmedi. Umutsuzluğa kapılanların sayısında artış var. Sadece işsiz ya da çok düşük gelir grubunda yer alanların değil, doktor, avukat, mühendis, öğretmen gibi mesleklerden insanlar arasında da sinir hastalıkları ve intihar eylemleri artış gösterdi. Sadece son 3 yılda, iş yoğunluğunun getirdiği strese dayanamayarak ya da iktidar politikalarının yol açtığı umutsuzluk nedeniyle 431 sağlık emekçisi intihar etti. Sadece Şubat 2018 içinde 153 işçi iş cinayetlerine kurban gitti. 47 kadın öldürüldü. Türkiye, cinsiyet eşitsizliği alanında bütün dünyada en kötü ilk dokuz ülkeden biri durumunda.
Türkiye, “askeri zaferler” üzerine marş ve “Reis bizi Afrin’e götür!” isterik sloganlarıyla sahne olduğu büyük çöküntüyü atlatabilir mi, gelecek ve hiç de güzel olmayacağı bugünden bilinebilir olan günlerde göreceğiz. Ama, hemen ve hiç ertelemeksizin, yüzyüze olduğumuz yukarıdaki ve daha ekleneceklerle binleri bulacak ülke sorunlarının yarattığı ağır yüklerin, işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına bindirilmesine karşı yürütülecek bir mücadele, yapılacak işler var. Ülkeyi yönetmekte olan iktidarın içerde ve dışarıda savaşçı bir politikayla “herkesi dize getirme” tutumunda ısrarlı olduğu; ne pahasına olursa olsun iktidarı kimseye bırakmama kararlılığını da her yol, araç ve yöntemle gösterdiği bir dönemde, bütün bu saldırı ve baskı yoğunlaşmasını püskürtmeye hizmet edecek en geniş yığınsal ve politik birleşmelerin/ittifakların ve güçbirliklerinin önemi sadece artmamış, acil hale de gelmiştir. Çürüme ve kaostan ülke ve bölge halkları yararına sonuçlarla çıkabilmenin çaresi de koşulu da buradan geçiyor.
Evrensel'i Takip Et