Exupery'nin timsahları
“Gazi Meclis”teki ilk konuşmasında, “İktidar olmanızın yarattığı kibrinizi yalan ve cehaletle yoğuruyorsunuz. Hakikati söyleyenlere yönelik saldırganlığınızı ise acizliğinizle besliyorsunuz.” dediği için iktidar kabadayılarının saldırısına uğradı Ahmet Şık. Sille tokat derken taze vekil, mahpusluktan sonra gaziliği de tadacaktı.
Şık’ın sözleri, Exupery’nin timsahlarını düşündürdü bana. Ne diyordu Saint de Exupery, Hintli Kulübesi’nde?
Gerçek, eşi az bulunur bir incidir. Kötü kişi, kulakları olmadığı için bu inciyi takamayan timsaha benzer. İnciyi timsaha attınız mı süsleneceği yerde, yemeye kalkar. Dişlerine takılan inci, dişlerini kırar. Dişleri kırılınca da kızıp üstünüze saldırır.”
Yanımız yöremiz bir bataklıkta timsahlarla dolu. İyilik, güzellik değil aranan. İnsanın yüzünü, ruhunu süslesin diye “Exupery’nin incisi” gibi sunduğumuz iyilik, kötü kişinin elinde zehirli çiçeklere dönüyor. O zehri her yana saçmaya çalışıyor sonra. Hele gücü de varsa, her şey elinin altındaysa dünya cehenneminde çekmediği kalmıyor iyiliği insanlığın ilk ilkesi bilenlerin. Kötülük, öfkeyle saldırıyor gerçek olan her şeye.
Gerçeği tadan insan ise biliyor ki iyiliğin, doğruluğun, sadeliğin olmadığı yerde büyüklük olmaz. İnsan, bunlardan yoksunsa “insan” olma erdemini de yitirmiştir. Toplumsal esenliğin olmazsa olmazı erdemli insanlar yetişmesidir. Bir toplumda insanlar, komşusunun evi yanarken o ateşte yumurtasını pişirmeye çalışıyorsa insan da insanlık da biter. İnsanlık, bu konuda sütten çıkmış ak kaşık değil, erdemlerimiz komşularımızın evindeki yangınla yavaş yavaş eriyor.
Kötülere, kötü olmayı bir iktidar gereği sayanlaraysa zaten sözümüz yok. Onların ellerindeki zehirli çiçek, ruhlarını da zehirliyor. Yakıp yıkmayı buyruk vermeyi güçlerinin sınayıcısı belliyorlar. Oysa insanlar arasında buyruklar, uyruklar değil insanı eşitleyen iyilikler değerlidir. İki insan arasında sevgiden, dürüstlükten, iyilikten başka hiçbir gerçek yoktur. Nicedir uzaklaştık bu insanlık değerlerinden. Güce tapmanın erdem olduğuna inanır olduk, boyun eğmenin doğamız olduğuna…
Kutsallarına inanmamızı istediler, inandık. Öyle istiyorlardı çünkü böyle yönetmek kolay olacaktı. İbadetin gizliliği, kişiselliği pazara döküldü. Meydanlarda kılınan namazlar, evlerdeki seccadelerin saflığını sildi süpürdü.
Yönetenler, insanlık tarihi kadar eski bu oyalama, sömürme aracını yeni sermayelerin cilalarıyla parlatıp ruhlarımıza yeniden sürdü. İnsanlığın kirinin pasının böyle silineceğini düşünürken insanlık, yoksullukla cahillik arasında yeniden sıkışıp kaldı. Müslüman’sa gökyüzündeki Allah’ından, Hristiyan’sa Tanrı’sından, Musevi’yse Rab’ından çok, yeryüzünün iktidarlarına inanmaya başladı. İktidarlar tanrı, yurttaşlar kul oldu. Eskinin kölesi kula, tanrısı paraya dönüştü.
Felsefeyle değil, inançla yönetildi halklar. Topraklar, makineyle değil duayla sürüldü. Artık köleler de ve toprak sahipleri de felsefe yapmıyorlardı.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Likya yıkılacak.
Melih Cevdet de bu diyalektiğe baktığı ikinci dönem şiirlerinden birinde şiirinde böyle diyor. Kullar, köleler özgürlüğü bilmedikleri için sadece ekmek; efendiler ekmek yapmayı bilmedikleri için sadece felsefe yapıyorlardı.
Güzelim “Defne Ormanı” şiirine ve Anday’a bırakıyorum sözü.
Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
için felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hâlâ yeşil bir defne ormanı altında.
Evrensel'i Takip Et