07 Haziran 2020 00:08

Beyin meselesi

Beyinden yapılmış balonlarla uçan insan figürlerinin işlendiği bir kabartma

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Kirvem

Bundan tamı tamına yirmi beş sene önce Evrensel’in yayın hayatına başladığı (7 Haziran 1995) tarihinde; o zamanki adıyla “Çengelli İğne” olan köşemde ilk günden itibaren kurulup oturduktan sonra, aklım sıra hep “meseleler”le uğraşıp, laflayıp durdum ama, bunca yılın ardından irili ufaklı, yandan çarklı, bilumum sorunlarımızın çözümüyle ilgili geriye dönüp baktığımda; kendi payıma görebildiğim kadarıyla bu bapta aldığımız yol, ne yazık ki sadece bir arpa boyu!

Neyse...Seneler kuş misali uçup gitti; bu arada Evrensel’e “cee”der demez ilk gün karaladığım “Beyin Meselesi” adlı bu satırlarımı yirmi beş yıl sonra tekrar paylaşırken, bu vesileyle çeyrek asırlık Evrensel’e omuz veren dostlara selam olsun!

Birileri beni aradı ve yeni çıkaracakları günlük bir gazetede haftada bir yazı yazmamı, bunun için de gazetede bir köşe ayırabileceklerini söyledi. Düşünmemi, bu konuyu da karşılıklı konuşmamızı önerdi.

Telefonu kapattıktan hemen sonra, o güne kadar almayı hiç düşünmediğim için, var olmayan boy aynamın karşısına geçerek önce yukarıdan aşağı, sonra da aşağıdan yukarı ve nihayet bir de enine boyuna ve de alıcı gözle kendimi şöyle bir süzdüm. Göbek, maşallah Ağrı Dağı gibi başını almış bulutlara doğru, tüm haşmetiyle dikilmişti. Giderek dazlaklaşan kafamdaki saçlar da, dağın doruğundaki karların rengiyle yarışıyordu. Bir zamanların Yedikule marullarına taş çıkartacak bu muhteşem, bu ihtişamlı göbekle insanların karşısına, onların huzuruna çıkmayı doğrusu pek istemedim.

Önce, özellikle çoğumuzun, herhalde ülkemizde kayda değer başka önemli konu bulamadığımız için(!) konuştuğumuz ve genellikle gündemin ilk maddesini oluşturan şu rejim-mejim gibi zayıflama yöntemlerinden birini benimseyip, hemen fazla kilolarımı atmam gerektiğine karar verdim. Evet, tığ gibi bir delikanlı olmalıydım, tıpkı Yeşilçam’ın bir yumrukla dört kişiyi yere seren yakışıklı, filinta başrol oğlanları gibi. Çünkü ve zira ve nitekim benim dış görünüşüm, benim çerçevem, daha doğrusu benim yaldızlı çerçevem çok önemliydi!

Bu dahiyane buluşumu gerçekleştirmek için gavurların “metro”, bizlerin ise “tünel” dediği, şu yüz yıldır hiç uzayıp kısalmayan bodur bacak boyuyla, doksan beş saniyede Karaköy’den aldığı yolcularını Beyoğlu’ya veya Pera’dan aldığı yolcuları Galata’ya durmadan taşıyan vagonun içine kendimi atmalıydım. Neden mi? Çok basit! Çünkü genellikle o vagonun içinde deri, süet, nubuk temizleyicilerinin, bir de dazlak kafalara garantili saç ektiğini iddia eden firmaların ilanları bulunuyordu. Eh, doğrusu bütün bir kış boyunca üstümden hiç eksik etmediğim deri ceketimin yakası da kirden ve yağdan kayış gibi olmuştu. İnsanların karşısına böyle pasaklı çıkamayacağıma göre onu temizletmem gerekirdi. Hemen ardından da, yine ilanlardaki adreslerden yola çıkarak kafama göre, günün mana ve ehemmiyetini haiz, modaya uygun renk, evsaf ve biçimde ve tabii ki görenlere parmak ısırtacak kadar da albenisi olan bir peruk taktırmalıydım.

Aslında saç ekme, sonradan da biçme gibi zaman kayıplarına ayıracak vaktim yoktu ve zaten olamazdı da. Zaman, artık “Aslan Asker Şvayk” gibi, “Vatan Kurtaran Şaban” misali, kolları sıvayıp gazete köşelerinden vatanı kurtarma zamanıydı.

Olmayan boy aynamda deminden beri beni sorgulayan gözlerimden, daha doğrusu bana bön bön bakan gözlerimden kendimi bir an için kurtarıp, masamın kenarına oturur gibi iliştim. Sandalyeme oturmadım, çünkü benim artık oturacak vaktim de yoktu.

Elimi, daha ciddi olsun diye -hayır! Elimi değil, sağ elimin işaret parmağını- şakağıma dayayarak, tüm ciddi insanların yaptıkları gibi, “Bakınız, benim de bir beynim var, işte gördüğünüz gibi, ben de onu işaret ederek düşünüyorum” demeliydim. Nitekim öyle de yaptım. Ancaaak, beynimi işaret ederken gösterdiğim bu şahane tabloya rağmen, gene de hiçbir şey düşünemediğimi görünce, doğrusunu söylemek gerekirse, hem kendi adıma, hem de kurtarmayı planladığım vatanımın insanları adına utandım.

Allah ve peygamber aşkına, sahi ben neden hiçbir şey düşünemiyordum? Yoksa Tanrı’nın “beyin” diyerek insanların başına yerleştirdiği o kıvırcık-mıvırcık suratlı nesne, o hani büyük insanların başında okka okka bulunan, başka da yapacak işi yokmuş gibi, dur durak demeden, her fırsat bulduğunda da “muzır” dalga boylarında parazit yayın yaparak kimi insanların huzurunu kaçıran o yazboz tahtasından, o meret şeyden, ben nasibimi yeterince alamamış mıydım? Yoksa ulu ve yüce Tanrı’nın bana bahşettiği, bana uygun ve reva gördüğü, benim nasibime düşen Osmanbey’deki Artin Doyuran adlı gavur oğlu gavurun lokantasında üstüne limon sıkılarak yenen türden olanı mıydı? Hayır! Kendime bu hakareti yapmamalıydım. Kimin başına ne oranda beyin koyacağı da zaten Tanrı’nın bileceği işti. Ben burnumu bu tür işlere asla ve kat’a sokmamalıydım. Şimdi uslu uslu, adam gibi, adama yakışır gibi -gerçi “Adam gibi, adama yakışır gibi” demek ne demekse?- İşte öylece düşünmeli ve kararımı bildirmeliydim:

“Evet, yazılarımla vatanı kurtarmaya geliyorum! Hayır, gelmiyorum, ne haliniz varsa görün!”

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa