09 Temmuz 2020 00:26

Bizans’ın hazinesi

Fotoğraf: Ahmet Dumanlı/AA

Paylaş

Çocukluğum tarihi yarım adada geçti. Orada doğdum. Babamın direnişine rağmen annemin zorlaması ile sur dışına çıkmamız bir hayli sonra oldu. İstanbul’u terk edip Bakırköy’e yerleştiğimizde ilkokulu bitirmek üzereydim. İkiz kardeşimle birlikte bütün eziyetimi Fethiye İlkokulu çekmesine rağmen ilkokul diplomam Bakırköy Yavuzevler’den. Ortaokul da Bakırköy Ortaokulu. İlkokul hayatım benim yerime tüm azarları kendi üstlenen benden daha babayiğit kardeşim sayesinde sorunsuz geçti. Ortaokulda da bir tokat yedim hepi topu. 10 Kasım törenlerinde 3 dakika ayakta durmaya dayanamayıp başım dönünce düşmemek için duvara yaslanmış ve saygı duruşu sonrası beni gözden kaçırmamış matematik hocasından sıkı bir tokat yemiştim derdimi anlatamadan. Adını unuttum. Hüseyin miydi, Faruk muydu neydi. Soyadı Boralı’ydı galiba. Ağabeyi Tiyatrocu Boralı’nın kardeşi.

O dönemlerde televizyon, bilgisayar, atari matari (Belki büyükelçi oluruz bu son ikilemeyle) yoktu. Sabah sekiz, akşam sekiz sokak. Sokak sınırlarımız yaşımız 6’yı geçince birer birer arttı. Önce bizim sokak. Sonra aşağı mahalle. Sonra otomobil lastiğinden kesme teker çevirme numarasıyla Vefa Stadı önünden Edirnekapı Surları. Daha yaşımız 10 olmadan surların altındaki dehlizlerde Bizans’ın kayıp altınlarını aramaya başlamıştık. Sanki o zamanın 10 yaşı şimdinin 10 yaşından daha büyük gibiydi. Babam sinemacı olduğundan konuyla ilgili tüm Cüneyt Arkın, Reha Yurdakul, Danyal Topatan, Hüseyin Baradan Çekil Aradan filmlerini izlediğimizden tiyoyu almış, Koca Bizans’ın acayip hazinesinin surların altında bir yerlerde gömülü olduğuna kesin emin olmuştuk. Bir ara Fatih’e teslim olmayıp Ayasofya’ya sığınan ve orada uçmağa varanların altınları Ayasofya’nın altına gömdüğü söylentisi, imparatorun altınları mancınıkla Haliç’e atmış olabileceği fikrinden daha gerçekçi gelmiş ve hapishanenin askeri alan ilan edilmiş arka bahçesinden büyük kubbenin altına tünel kazma planları bile hazırlamıştık.  

Bu hazine işinde en sebatlımız Ölü İmdat’tı. Ölünün ölülüğü arasıra bayılıp, soğan koklatınca ayılmasından geliyordu. Hepimiz tembihliydik. Cebimizde kuru soğan olmadan gitmezdik sur dehlizlerine. Ölünün ölülüğü de nedense daha çok gelin arabası önü kesilip damattan alınan parayı eline geçirdiğinde tutardı. Parayı avuçladığı elini aç açabilirsen. Bir de pis küfür ederdi ölmediği zamanlarda. Bir şeyi kafasına taktı mı bitti.

-Ölücüğüm, tatlım.

-Ölünüzün de sizin de ..

-Bak ölü sen iyi çocuksun. Güzel konuş.

-Güzel konuşanın da, iyi çocuğun da, iyi çocuğun arkadaşlarının da taaa …

-Lan ölü. Bak güzellikle söylüyoruz. Tepeleriz valla.

-Tepeleyenin de tepelemeyenin de … Bak vururuz bak.

-Vuranın da vuramayanın da…

Ölü böyleydi. İnandığı şeyi ölümüne savunurdu. Nasıl olsa onun için ölmek de ayılmak da kolaydı. İşin güzeli ayıldığında, öldüğünü hatırlamazdı bile.

Çocukluğumuz süresince çok uğraştık ama surların altında altın filan bulamadık. Haliç’in dibini de Dalan taradı, bir şey çıkmadı. Siz bakmayın son filmlerde “Kuşatma sırasında imparatorun hiç parası kalmamış, paralı askerlerin parasını bile ödeyememiş” saptırmacalarına. İster misiniz şimdi Bizans’ın hazinesi Ayasofya’nın altından çıksın. Yoksa niye bağırsın bizimkiler Ayasofya ibadete açılsın, çanlar sussun diye.

Çıkarsa, Ölü çok üzülür valla.           

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa