Çocuklar umut demektir
Önceki gün, Torino sokaklarında ellerinde armağanlarla gezen genç insanların görüntülerini izledim. Bu gençler, salgın nedeniyle giderek artan yoksulluğun ve yalnızlığın etkilerini biraz olsun unutturmak istiyor, önceden belirlemiş oldukları kapıları çalıyor; hal hatır soruyor ve küçük armağanlar veriyorlardı.
Maskelerine rağmen gülümsedikleri belli olan bu sevgi dolu insanlar arasında bir çocuk gözüme çarptı. İçine armağanlar doldurulmuş tahta arabasını çekerek, o da kapı kapı geziyor ve bu mahalle çalışmasına katılıyordu. Ne adını, ne yaşını bilmediğim bu çocuk bana bir kez daha çocukların umut olduğunu hissettirdi.
Torino’dan gönderilen görüntüler, bana Pippa’nın öyküsünü anımsattı. Pippa, geçtiğimiz günlerde kötü bir rüya görmüş: Rüyasında, kimi çocuklar aldıkları armağanlarla sevinirken, kimi çocuklar çok üzgünlermiş. Uyanır uyanmaz rüyayı anne babasına anlatmış. Çocukların üzülmelerinin doğru olmadığını bildiği, onlara armağan dağıtıldığında eşitlik gözetilmesi gerektiğini sezdiği için bir şeyler yapmak istemiş. Bunu da anne babasına söylemiş. Ardından her gün, annesinin yardımıyla küçük armağan paketleri hazırlamış. Ama ellerinde paketlere koyabilecekleri yeterince armağan olmadığı için tanıdıklardan, komşulardan ve yakındaki dükkanlardan yardım istemişler. Topladıkları küçüklü büyüklü armağanlar ile yaptıkları paketleri yine birlikte dağıtmışlar. Pippa, armağan toplama ve paket yapıp dağıtma işinin tam ona göre olduğunu söylüyormuş.
Bu öyküler büyüklere çok çekici gelmeyebilir, hatta kimi açılardan eleştirilebilir. Bunları bir yana bırakıp, bir başka öyküye kulak verelim. Sakız Adası Dayanışmasından gönderilen, 8 yaşındaki bir kızın öyküsüne. Adı Ermioni. Sığınmacıların hiç bitmediği, bitmeyecek gibi göründüğü soğuk kış günlerinde, “Evimiz tam kıyıda. Ellerimi bağlayıp, sırılsıklam insanları izleyemem ki!” diyen Ermioni, kıyıya varanlara yardım etmeyi kendine iş edinmiş. İçinden 45 kişinin çıktığı bir bot kıyıya vardığında koşmuş, birçok bebek olduğunu anlayınca suya girmiş, bebekleri kıyıya, sonra da eve taşımış. Sobanın yanında ısındıklarına emin olmuş; sonra onlara çorap, bez ve süt getirmiş. Yardım edebileceği kim varsa, yardım etmiş. Örneğin, kayalık bir yere varan bottan inenlerden birinin ayağına deniz kestanesi battığında, adamın ayağından dikenleri çıkarmış. “Ne yapsınlar, denizi tanımıyorlar ki,” diyormuş.
Okulda öğretmenlerin söyledikleri olumlu sözlere sevinse de, kimi çocukların sözleri onu üzmüş. En çok da kıyıya gelen ama yardım etmeyen yetişkinlere kızıyormuş. “Okulda derslerde bize insanları sevmenin, onlara yardımcı olmanın doğru olduğu söyleniyor ama iş yardım etmeye geldiğinde bizim gibi yardım etmek için koşanlar olmuyor,” diye üzülüyormuş.
Bu öykülerin hepsi gerçek. Aklıma hemen, tam yirmi yıl önce, bugünlerde başlattığım, “Benim de Sesim Var: Sesimi Duyun Kampanyası” geliyor. Bu kampanyaya katılan çocuklar sorunlarını, umutlarını ve yapmak istediklerini dönemin başbakanına yazmışlardı. Başbakana yazmalarının nedeni, hem ona, hem de tüm Türkiye’ye şunu anımsatmak içindi: Çocuklar birer yurttaştır; başbakan, onların görüşlerini ve dileklerini dinlemek zorundadır. Çocukların düşüncelerini ve duygularını dinlemek ve duyulmasını sağlamak ise çocuk haklarını savunanların baş görevlerinden biridir.
Çocukların yirmi yıl önce dile getirdikleri, günümüz Türkiye’sinin hâlâ gereksinim duyduğu şeylerdi. Çocuklar, yirmi yıl önce var olan koşullardan daha ileriyi görebiliyor ve istiyorlardı. Daha önemlisi, çocukların söyledikleri dürüst, içten ve ön yargısızdı. Torino’da veya başka yerlerde armağan dağıtan çocukları, Sakız’da, hiç tanımadığı bebekleri kurtarmak için çırpınan Ermioni’yi hafife alanlar, çabalarının eksik veya yetersiz kalan yanlarını dile getirmeyi bir görev sanacaklar olabilir. Oysa görev, umudu çoğaltmak. Çocukların umut demek olduğunu kavramayanlar, dünyayı değiştiremezler.
Evrensel'i Takip Et