“Hainler” söylemi ve manipülasyon fabrikatörleri
Fotoğraf: Muhammed Selim Korkutata/AA
Burjuva tekelci yönetimin “mukaddes dava ve harekât” stratejisinde “iç ve dış düşmanlar” söyleminin özel bir yer tuttuğu artık daha geniş kesimler tarafından biliniyor. İktidar güçleri, payandaları ve yandaşları da, bu propaganda ve söylemi bilinçli olarak hemen her gelişme üzerinden yenileyip yineliyorlar. Sermaye dünyasında, yığınlara yönelik aldatı olanağını elden kaçırmamak için yalnızca mitolojiye, semavi sise gereksinim duyulmaz, hakiki-somut ve gerçek olay ve olgulardan da, onlar mümkün olduğunca çarpıtılarak yararlanılmaya çalışılır. Bu ikincisi, özellikle de toplumsal gelişmenin ve bilim ve teknolojideki ilerlemenin günümüzdeki gibi oldukça ileri düzeyinde daha çok inandırıcılık taşır.
“FETÖ” diye, iktidar ortaklıklarının yetkinin en çok kimin elinde toplanacağı kavgasıyla yeni bir aşamaya vardığı andan sonra düşman cephesine kaydedilen “örgüt”ün devletin derinliklerindeki kollarının nerelere dek uzandığı hala “müphem”dir. Ama yüze yakın generalin ve yüzlerce subay ve polisin, yargıç ve diğer bürokratın “birlikte yol yürüyen ve yol alanlar” tarafından hain düşman olarak nitelendiği çok açıktır.104 bildiri imzacısı amiralin MHP şefi tarafından “hain” ilan edilip Erdoğan tarafından hedef gösterildiği de! “Cehape” ve “Bay Kemal! ” ise, kaderleri utansın, ne etseler, ne denli “milliyetçi oldukları”na yemin billah etseler, “Milli güvenlik sorunu” olmaktan kurtulamıyorlar. HDP ve temsil ettikleri ise zaten “gayrı milli”dir! Hatta MHP’li komando Yalçın’a göre “itlaf edilmesi gereken haşere!”
Manipülasyon ve motivasyon tekelci azınlığın en yağmacı kesimiyle ‘can-ciğer’ siyasal-askeri yönetimin toplum yönetme “mekanizmasında, çarkların dönmesinin önemli kuvvet koludur. Kâr için emek verimliliğini arttırmaya çalışan patronların teknik uygulamaları işçi lehine yapılmış göstererek otomatik sisteme uyum göstermeye çalışan işçinin canını çıkarmalarına benzer biçimde, oligarşik azınlık yönetimi de bu propaganda eşliğinde sürdürdüğü baskı, yıldırma ve yasak politikasını toplumun, halkın ve “millet”in yararına gösterir. Birincisinde, görünürde iş kolaylaşmıştır ama makinenin hızına yetişmek için işçinin nefes alımları bile sıklaşarak yarımlaşır. Gazetelerde-eğer yazarlarsa- makineler çalışırken tuvalete gitme olanağı bulamadıklarını söyleyen işçi haberleri çoğalır.
İkincisinde, silah fabrikatörleri, enerji holdingleri, medya-inşaat-yapı tekelleri kâr ve rant yığınağı oluşturup ülke kaynaklarının yağmasıyla dolar milyarderleri listesinde yukarılara tırmanırken, yönetim politikaları tüm toplum yararına gösterilerek işsizleşme ve yoksullaşmanın yanı sıra baskı ve itiraz edenlere yönelik suçlayıcılık örtülmeye çalışılır.
Hedef gösterilecek düşmanların varlığı ve “başarıyla gerçekleştirilmiş çok iş” üzerinden yürütülen propagandayla inandırıcılık yeniden üretilmek ve devamlı kılınmak istenir. Bu amaçla içeride ve uluslararası alanda gelişen olayların gerçekliği karartılır, kamusal yaşam açısından yapılması kaçınılmazlık gösteren asgari işlerin yapılması özel ve büyük toplumsal hizmetler olarak abartıyla sunulur.
Propaganda da etki gücünün gerçeklerle ilişkiden soyutlanamayacağını şoven milliyetçi hamaset simsarları da bilirler. Ancak büyük medya tekeli, devlet hazinesi, tüm gelirlerin yönetimi, kanun koyma ve yönetme erki ve silahlı güç kullanma yetkisi vb. gibi ayrıcalıkları onlara, aldatı üretme olanak ve ayrıcalığı da sağlar. Sadece bu da değil; burjuva devriminden buyana yüzyıllardır uluslararası deneyim tüm sınıflar açısından sınıfsal tecrübe hanesine yazılmaktadır. Türk burjuva devlet yönetimlerinin yönetme pratiği ve söyleminde Amerikan pragmatizmi ve ürettiği söylemin yanı sıra İtalyan faşizminin mirasından yararlandıkları ise, sır değil! Amerikan emperyalizmi vahşi saldırgan politikalarını dünyaya nizam vermekle görevli olmasıyla açıklamıştır ve düşmanları bitmesizdir! Mussolini ise, faşist barbarlığı sistematize şekilde toplum bünyesinde üretip örgütlemede manipülasyondan yararlanmadaki başarısıyla Hitler’e dahi ders ve deneyim aktarmıştır. Türkiye’yi yönetenler bu deneyimden fazlasıyla yararlandılar.
Bayar-Menderes diktatörlüğü, Türkiye’yi “küçük Amerika” yapacaktı! CHP gibi bir sistem partisini, İnönü gibi devlet kurucusunu dahi “düşman” göstererek yığınları yedeklemeye çalıştı. Özal Dünya Bankası’nın plan uygulayıcısıydı. Çiller’in ABD tarafından gönderildiğine dair hayli arşiv haberi bulunur. Güreş- Ağar- Eken çetesiyle birlikte ülkeyi kasıp kavurdular. Cuntacılar, ABD şefleri tarafından “bizim çocuklar!” diye arkalandılar. AKP’yi ilk elden yönetenlerin en büyük destekçisi ABD’deki “Yahudi lobisi” ve Soros Vakfı olmuştu. “Cesaret madalyası” onlardan alınmıştı.
Geldik şimdiye: Hemen her gün “bizi yok etmeye çalışan, varlığımıza kast eden iç ve dış düşmanlar” söylemi yinelenir. Muhalif düşünce ve oluşumlar düşman gösterilip devlet ve ‘Tek adam yönetimi’ yüceltilir. Osmanlı fetih siyasetine övgüler düzülüp dinin devlet ve toplum üstündeki etkisini güçlendirmenin “faziletleri” anlatılır. Egemen sınıf iç çatışmaları ve devlet içi iktidar kavgası, on yıllar boyu birlikte çalışanların birbirlerini hainlikle-casuslukla suçlama söylemiyle örtülerek saltanat tahtı kaptırılmamaya çalışılır. “Ülkücü” gömlekliler, SADAT çeteleri, özel birlikler, milis kuvvetleri hazırdadır; il yönetimleri ve yargı organları askeri disiplin içinde “güçlü lider”in komutasında “kalk borusu”nun çalmasını beklemedeler.
Bu politika ve pratik, şovenist-faşist ideoloji ve pratikten sadece esinlenmiyor, faşizmin bir devlet biçimi olarak şekillenmesi için gösterilen çabayı da işaret ediyor.
Bu yöndeki gelişmelerin önünü kesmek ise, iktidar klikleri arasındaki olası çatışmalarla değil ancak emekçilerin ve militarist faşist saldırganlığa karşı olan güçlerin mücadelesiyle mümkün olabilir. İşçi-emekçi kitleleri, bütün bu gelişmelerin kendi bugünleri ve gelecekleri üzerindeki en yakın etkisinin işsizlik ve yoksulluğun ve sosyal-politik hak yoksunluğunun artışı olmak üzere daha koyu baskı, şiddet ve hatta yakın bölgelerde kışkırtılan savaşçı politikalara alet olma sonucu daha kapsamlı yıkım olacağını görerek bu politikaları reddetme gerekliliğiyle karşı karşıyadırlar. Hergün en zorunlu, en yakıcı ve süreklilik gösteren sosyal-ekonomik sorun ve zorlukların asgari bir çözümü için dahi, iktidar gücüne geri adım attırılması şarttır. Devlet katında yaşanan “ayrışma”-“birleşme”-“çatışma”lar, yönetimin kendi çıkarları ve işbirliği içinde olduğu dış devletlerin yönlendirmeleri doğrultusundaki askeri- politik harekâtlar veya AB gibi dış devletlerin “demokratik haklar” üzerine riyakârca söylemleri, bu mücadele ihtiyacını ve acilliyetini ortadan kaldırmıyor, aksine daha da gerekli kılıyor. Devirmci propaganda ve söylemde de önemsenmesi gereken sorunun bu yanıdır.
- Kaosun geniş mezarlığı 12 Aralık 2024 05:20
- ‘Suriye pastası’ ve duvarların dışına bakmak! 05 Aralık 2024 06:50
- Değişim; nasıl ve hangi yönde? 28 Kasım 2024 06:45
- Kürtçe eğitim Türkiye’yi böler mi? 14 Kasım 2024 04:52
- Bahçeli’nin çağrısı Kürt gerçeğinin neresinde? 07 Kasım 2024 05:41
- Sorun yoksa, telaş niye? 31 Ekim 2024 06:54
- Çürümenin toplumsallığı ve çürüyeni yönetme politikası 24 Ekim 2024 12:47
- İktidarın ekonomi kriterleri 26 Eylül 2024 05:56
- Vicdansızlık! 19 Eylül 2024 05:15
- Derin ve lağımlı bataklık! 12 Eylül 2024 05:58
- Sağın gücü ve işçilerin ‘kör noktası’ 05 Eylül 2024 05:28
- Malazgirt, Bahçeli, HÜDA PAR vs. 29 Ağustos 2024 05:40